İSTANBUL 1 AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA 

DOSYA NO                 : 2024/74 E.

SUNAN                       : ADNAN OKTAR

MÜDAFİİ                    : Av. Mert ZORLU

KONU                         : Müvekkil Adnan Oktar hakkında 21.02.2024 tarih ve 2021/73856 sayılı yazı ile verilmiş olan avukat görüş kısıtlılığı kararı hukuki dayanaktan yoksundur. BİR KISIM MEDYADA YAYINLANAN GERÇEK DIŞI ÇARPITILMIŞ BİLGİLERİN VE İFTİRALARIN ETKİSİ ve GERÇEKLİĞİ BULUNMAYAN ZORLAMA YORUMLARLA müvekkilin her legal ve meşru konuşma ve davranışının başına “örgütsel” ifadesi eklenerek avukat görüş kısıtlılığı kararı verilmesi kanuna ve temel insani haklara aykırı olduğundan, kısıtlılığın kaldırılması talebi hakkındadır.

AÇIKLAMALAR          :

       Bilindiği üzere müvekkil Adnan Oktar’a 2018’de tutuklandığı tarihten bu yana neredeyse kesintisiz avukat görüş kısıtlılığı uygulanmaktadır. DHKPC, PKK, FETÖ gibi terör örgütleri ve mafya gruplarının tutuklu sanıklarının hemen hiçbirine yapılmayan bu uygulamanın müvekkile ısrarla uygulanması açık ve aleni olarak savunma haklarını ihlal etmektedir. Zira, müvekkile yönelik avukat GÖRÜŞ KISITLILIĞI UYGULAMASINA SÖZDE GEREKÇE OLARAK BASIN TARAFINDAN MANŞETLERE TAŞINAN VE ÖNE SÜRÜLEN HUSUSLARIN HİÇBİRİ suç unsuru, kanun ya da kural ihlali içermeyen, hepsi temel insani haklar ve savunma hakkı kapsamında olan konulardır.

6 yıldan uzun bir süredir müvekkilin kısıtlı olarak yapılan avukat görüşleri kayıt altına alınmasına, infaz memuru eşliğinde yapılmasına, her kelimesinin savcılık tarafından incelenmesine, müvekkile getirilen ve müvekkil tarafından müdafilerine verilen tüm evraklara el konulup incelenmesine rağmen somut olarak ortaya “şu talimatı verdi, neticesinde şu suç işlendi” denilebilecek tek bir kelime bile konulamamıştır. Müvekkilin tutuklu bulunduğu 6 yılı aşkın süre boyunca, bir kez bile avukatlarıyla hukuka ve usule aykırı şekilde haber gönderdiğine veya haber aldığına dair tek bir delile dahi rastlanmamış, dışarısı ile hukuka aykırı olarak bilgi ve belge alışverişi yaptığına dair tek bir vaka söz konusu olmamıştır. Kendisinin veya avukatlarının kanuna aykırı tek bir davranışları olmamıştır, bu konuda tutulmuş tek bir tutanak, tek bir hukuka aykırı durum tespiti yoktur. Bu açıdan, aynı zamanda müvekkil ve yargılanan arkadaşlarının suç örgütü olmadığının en önemli delillerinden biri de bu kayıtlar olmuştur.

Kanunların ve anayasanın açık hükümlerine göre, bir konuşmanın örgütsel talimat ya da bir tavrın örgütsel tutum olarak nitelenebilmesi için o konuşmanın neticesinde herhangi bir kişiyi zararlandırabilecek bir eylemin oluşması, o konuşmanın bir suç eylemiyle hayat bulması gerekir. Yani “örgütsel talimat” olarak nitelenen konuşmanın suçu işleyecek kişiye iletilmiş olması, o suçun da eyleme dökülmüş olması şarttır. Herhangi bir suç teşkil etmeyen düşünce, konuşma, yorum ya da değerlendirmenin örgütsel talimat ve tutum olarak kabul edilip kişinin haklarından özellikle de savunma hakkı gibi temel bir haktan mahrum bırakılması hem kanun ve anayasanın hem de evrensel hukuki değerlerin hiçe sayılması anlamına gelir.

Tüm bu süreç boyunca da müvekkilin sadece savunma hakkı değil, ifade, düşünce, inanç özgürlüğü de tamamen kısıtlanmakta, müvekkile adeta düşünme, konuşma, fikir beyan etme yasağı da getirilmektedir.

Müvekkilin;

  • Cezaevinde çektirdiği fotoğraflarında dinç ve sağlıklı görünmesi,
  • Müdafisinden kendisi adına adli mercilere, Bakanlıklara ve ilgili resmi kurumlara dilekçeler ve bilgilendirme yazıları sunmasını talep etmesi,
  • Siyasi gündeme dair yorum ve değerlendirmelerinin olması,
  • Dini duygu ve düşüncelerini ifade etmesi,
  • Türkiye’nin acı bir gerçeği olan, çok sayıda siyasetçi, akademisyen ve gazeteci tarafından da dile getirilen kanunsuz derin devlet zihniyetini eleştirmesi

gibi günlük hayata dair şeylerin “örgütsel eylem” olarak nitelenmesi, en başta kanunların sonrasında gerçek suç örgütlerinin ne olduğu, ne gibi eylemler yaptıkları, bu eylemler için ne tip talimatlar verdikleri kıstasının tamamen hiçe sayıldığı manasını taşımaktadır.

1)  Müvekkilin Basında ve Sosyal Medyada Gündem Olan Fotoğraflarında Sağlıklı, Zinde, Temiz ve Bakımlı Görünmesinin “Örgütü Diri Tutma” Amaçlı Olduğu Son Derece Soyut, Maddi Bir Delili Olmayan, Akıl ve Mantık Dışı Bir İddiadır.

Bilindiği üzere müvekkilin cezaevinde çektirdiği fotoğraflardaki görüntüsü sadece sosyal medyada değil Show TV, Kanal D, Fox Haber, CNN Türk, ATV, A Haber, Habertürk gibi tüm ulusal kanallarda haber olmuştur. Müvekkil bu fotoğrafları herkes görsün diye basına göndermiş değildir. Yayınlanması talebinde bulunmamıştır. Basın gazetecilik görevinin gereği fotoğrafları ele geçirince yayınlamıştır. Müvekkilin FOTOĞRAFLARA YANSIYAN SON DERECE SAĞLIKLI, ZİNDE, TEMİZ VE BAKIMLI GÖRÜNÜMÜNDEN rahatsızlık duyan, müvekkile ve ideolojisine husumetli kişiler ise provokatif haber ve paylaşımlarda bulunmuşlardır.

BİR İNSANIN FİZİKİ GÖRÜNÜMÜNÜN “ÖRGÜTÜN MOTİVASYONUNU ARTIRMAK” OLARAK DEĞERLENDİRİLMESİ TARİHTE GÖRÜLMEMİŞ BİR ÖRNEKTİR. Müvekkilin, söz konusu fotoğraflarındaki sağlıklı ve güçlü görünümü dahi hukukla, akılla, mantıkla bağdaşmayacak şekilde “örgüt motivasyonunu artırmak maksatlı” şeklinde çarpıtılmıştır.

Müvekkilin herhangi bir şekilde bu haberlerin içeriği hakkındaki düşüncelerini paylaşması veya paylaşmamasının da sözde örgütün güya diri tutulmasıyla teknik olarak da hiçbir bir bağlantısı olmayacaktır. Zira zaten haberler yapılmış, 85 milyon insan müvekkilin fotoğraflarını görmüştür.

Basının fotoğrafları yayınlamasıyla birlikte sanatçılar, gazeteciler, akademisyenler gibi toplumun önde gelenlerinin de dahil olduğu yüzlerce insan tarafından yapılan “ne kadar genç”, “ne kadar dinç” yorumlarını yaptıran da müvekkil değildir. Öyle ki bazı sanatçılar ve ünlüler müvekkilin 7 yıldır cezaevinde olmasına rağmen son derece dinç ve sağlıklı görünmesi karşısında öylesine şaşırmışlardır ki, “cezaevinde bir plastik cerrahi uzmanı mı var” yorumlarıyla bu dinçlik, gençlik, bakım ve temizlik karşısındaki hayranlıklarını dile getirmişlerdir: 

 

Eğer dinç olan bir insana dinç demek, bu konu özelinde de müvekkilin fotoğrafını değerlendirerek gençliğinden, dinçliğinden ve temizliğinden bahsetmek “örgütsel tutum” olarak değerlendirilecekse bu durumda sosyal medyada ve basında bu düşüncelerini paylaşan yüzlerce insanın “örgütü motive etmek, örgütü diri tutmaya çalışmak” suçunu işlediği sonucuna varılması gerekir. Ki bu da gerçeğe, hukuka ve vicdana uygun bir tutum olmayacaktır.

Ayrıca, müvekkilin ve arkadaşlarının yargılanma sırasındaki savunmalarını dinleyenler ve dilekçelerini okuyanlar gayet iyi bilmektedirler ki, müvekkil Adnan Oktar ve arkadaşları, “cezaevinde daha güçlenmeyi” tümüyle İMANİ ve MANEVİ GÜÇLENME olarak görmektedirler.

Müvekkil, inancı gereği ve Bediüzzaman Said Nursi’nin de Risale-i Nur’da anlattığı gibi, cezaevini Yusuf Medresesi olarak görmektedir. Cezaevinin bir uzlethane olduğunu, dünyevi uğraşlardan uzaklaşılarak, Allah’a daha da yakınlaşmak, Kur’an’ı daha derin anlamak ve manevi gelişme için çok uygun bir yer olduğunu düşünen müvekkil, her imkanda cezaevinin hayır ve hikmetlerini anlatmaktadır. Ayrıca tarih boyunca birçok Peygambere ve samimi Müslümanlara da hapis veya idam cezası istendiğini belirten müvekkil, Hazreti Yusuf (as)’a da müebbet hapis, Hz. Musa (as)’a, Hz. İbrahim (as)’a da idam cezası verildiğini bilerek, daima Kur’an’a ve kanuna uyacağını belirterek, “Peygamberlerin başına gelenlerin bizim de başımıza gelmesine razıyız” demektedir.

MÜVEKKİL BUNUN YANINDA, SUÇSUZ OLMALARINA RAĞMEN YİNE DE HAPİS YATMALARI YÖNÜNDE EĞER DEVLETİMİZİN BİR TAKDİRİ VARSA, BUNDAN DA RAZI OLDUĞUNU VE SAYGI DUYDUĞUNU DA İFADE ETMEKTEDİR.

Müvekkil ve arkadaşları 6 yıldır ayrıdırlar; hepsi birbirinden yüzlerce kilometre uzak şehirlerde cezaevlerindedir. Ayrıca müvekkil avukatlarıyla sürekli kısıtlılık tedbiri ile görüşmektedir. Dolayısıyla kalabalık bir insan grubunu bir arada tutmak gibi teknik imkanlara sahip olmadığı açıktır. Özetle; “örgütü diri tutma” iddiası son derece soyut, maddi bir delili olmayan, akıl ve mantık dışı bir iddiadır.

2)  Bu dosyanın bir kumpas dosyası olduğu, üzerinde derin devlet yapılanmasının ağır baskı ve etkisinin bulunduğu 6 yıllık yargı sürecinde yaşanan yüzlerce usulsüzlük ve hukuksuzlukla sabit olan, tüm kamuoyunun şahit olduğu bir gerçektir. Bunu ifade etmek örgütsel bir tutum ya da eylem değildir.

Adnan Oktar Davası dosyasının kumpas dosyası olduğu müvekkilin kişisel kanaati değildir. Bu, soruşturma aşamasından hükme kadar her aşamada yaşanan yüzlerce hukuksuzluk ve hak ihlalinin ortaya koyduğu bir gerçektir. Ülkemizin önde gelen hukukçularının ve TCK m. 220’yi hazırlayan ceza hukuku profesörlerinin ortak kanaati bu dosyanın bir kumpas dosyası olduğudur. Konuyla ilgili bilimsel görüşler gerek ana dosyada gerekse huzurdaki dosyada mevcuttur.

Kumpasın tüm delilleri dosyaya sunulmuştur. BU DOSYANIN KUMPAS DAVASI OLDUĞUNUN EN ÖNEMLİ DELİLLERİNDEN BİRİ DE MÜVEKKİLE TAHLİYESİ İÇİN PARA TEKLİF EDİLMİŞ OLMASIDIR. MÜVEKKİLİN “MAĞDUR” SIFATIYLA YER ALDIĞI DOSYADA SORUŞTURMA DEVAM ETMEKTEDİR. Müvekkil Adnan Oktar, Edirne F Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda kaldığı dönemde, bir avukat, müvekkilin 30 milyon dolar karşılığında tahliye edilebileceğini söylemiştir. “Bize bu parayı verin, tahliye edelim, yoksa cezaevinden tabutu çıkar” diyerek müvekkilin ailesinden bu paranın istenmesi konusunda bu teklifin arkasında kimlerin olduğunun araştırılması talebi ile savcılık bir soruşturma başlatmıştır. Müvekkil Adnan Oktar’ın “MAĞDUR” sıfatıyla yer aldığı dosya İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2021/93993 soruşturma numarası ile devam etmektedir.

MÜVEKKİL, KUMPASI AÇIKLAMANIN DEVLETİMİZİ TÖHMET ALTINDA BIRAKMAYACAĞINI, BİLAKİS DEVLETİN KURUMLARINI DA BU TÜR DERİN YAPILANMALARA KARŞI UYARARAK, BU KUMPASÇILARIN DEVLETE, DEVLETİN YANINDA, DEVLET İÇİN HİZMET ETMEK ÜLKÜSÜNDE OLAN KİŞİLERE ZARAR VERMESİNİ ENGELLEMEK AMAÇLI OLDUĞUNU ANLATMAKTADIR.

Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti tarihi kumpas dosyalarının örnekleriyle doludur. Adnan Menderes davası, Ergenekon ve Balyoz yargılamaları gibi tüm kamuoyu tarafından bilinen kumpas dosyalarının yanı sıra hemen her gün adliyelerde küçüklü büyüklü kumpas dosyaları görülmektedir. Vatandaşın kendisine kumpas kurulduğuna dair kanaatini dile getirmesi örgütsel bir talimat veya tutum değil, her yönüyle ve tam anlamıyla savunma hakkı ve hazırlığıdır.

Müvekkilin yargılandığı davanın bir kumpas davası olduğunu söylemek hükümeti ve devleti töhmet altında bırakmaz, çünkü kumpası kuran devlet değildir; devletimizin bazı kurumlarının içine bazı elemanlarını yerleştirmiş illegal derin yapılanmadır. Müvekkil her zaman, son derece titiz bir şekilde bahsettiği kişi ve kurumların, devlet kurumları olmadığını, hükümet olmadığını, resmi devletin görevlileri olmadığını, derin devletin yargılama makamlarını yanıltmak suretiyle kumpas kurduğunu özellikle belirtmektedir. Müvekkilin bugüne kadar devletimize ve hükümete yönelik olarak hiçbir zaman töhmet altında bırakan, itham eden bir üslubu zaten olmamıştır.

Türkiye’de illegal bir derin devlet yapılanması olduğu bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği gazeteciler, siyasiler, kanaat önderleri, yazarlar, akademisyenler, hukukçular başta olmak üzere tüm halkımız bilmekte, tartışmaktadır. İllegal derin devletin icraatlarını, hukuksuzluklarını, haksızlıklarını anlatmakla, devlet ve hükümet töhmet altında bırakılmaz, o kişi kendi propagandasını da yapmış olmaz. Devletimizin ve hükümetin de zaman zaman bu illegal yapılanmanın tehdidi altında olduğu bilinmekte, bu durum siyasetçiler ve idareciler tarafından da dile getirilmektedir.

Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan da zaman zaman illegal derin devlet yapılanmasından bahsetmektedir:

“Derin devlet, kurumlar içerisinde kendi anlayışları veya kendi kutsalları adına yetkilerini aşarak, hukukun dışına çıkmak suretiyle oluşan çeteleşmelerdir.”

Yakın zaman önce de AK Parti Grup Toplantısında “Kuklayı da kuklacıyı da oyunu kimin yazdığını da çok iyi biliyoruz” diyerek yine derin devlet yapılanmasına dikkat çekmiştir.

Yine basında yer aldığı ve kamuoyu tarafından da çokça örneği ile bilinip tartışılan bir konu da birçok farklı davada çoğu zaman hukuki dayanağı olmadan kayyum atamaları yapılmasıdır. Bu yolla vatandaşın mal varlığı üzerinde şüpheli işlemler yapıldığı, haksız ve hukuksuz olarak mallarına el konulduğu ülkemizde sık sık gündeme gelmektedir. Müvekkilin yargılandığı dosyada da hiçbir hukuki gerekçesi olmadığı halde yargılananların evlerine, arabalarına, iş yerlerine el konulmuş, emekli maaşları dahi örgütsel gelir denilerek bloke edilmiş, ayakkabıları ve takım elbiseleri bile satışa çıkarılmıştır. Böylesine aleni ve ağır bir hukuksuzluk karşısında her insanın haklı olarak tepki göstermesi beklenir. Müvekkil de her vatandaş gibi maruz kaldığı hukuksuzluklar hakkında değerlendirmede bulunma hakkına sahiptir. Olayları ve yaşadıklarını son derece akılcı, itidalli ve makul değerlendiren, Devlete sonsuz saygılı ve itaatli bir insan olarak da yaşanılanların devlet içine çöreklenmiş bir avuç derin yapılanmanın eseri olduğunu gördüğünü ifade etmektedir. Devletimiz hakkında hiçbir olumsuz düşüncesi ve ifadesi bulunmamaktadır. Derin devlet yapılanmasının ülke genelinde özellikle son 6-7 yıldır sebep olduğu mağduriyetlerin adalet ve ekonomi başta olmak üzere zincirleme olarak birçok alanda ülkeyi geriye götürdüğü, bu durumun birçok felakete sebep olduğu sadece müvekkilin değil vatandaşların ortak kanaatidir. Müvekkil de konuşmalarında ülkeyi karanlığa sürükleyen bu felaketlere dikkat çekmekte, bunun bir an önce anlaşılması ve gerekli tedbirlerin alınması gerektiği yönündeki düşüncelerini ifade etmektedir.

Bu ifade ve konuşmalarının tamamı iyi niyetlidir, suç içermemektedir. Bu konuşmalarda örgütsel talimat olarak nitelendirilebilecek hiçbir hukuki yön yoktur.

3)  Müvekkilin Mehdiyet, İslam Birliği gibi inancına dair konulardan bahsetmesi ve avukatlarından bu konularda ilgili kurumların bilgilendirilmesi için dilekçeler hazırlamalarını istemesi savunma hakkı kapsamındadır.

Müvekkilin, avukatlarından savunmasına dair açıklamaları yazılı hale getirip ilgili makamlara iletmelerini istemesinin örgütsel eylem ve talimat olarak görülmesi hukuki olmadığı gibi ciddi bir çarpıtmadır. Malumunuz olduğu üzere müdafinin temel görevlerinden biri de müvekkilin isteği ve talebi üzerine savunmasına dair beyanları, dilekçeleri, bilgilendirme yazılarını ilgili kurumlara iletmektir. Müvekkilin müdafisine kendisini nasıl savunmak ve açıklamak istediğini anlatması da savunmasının bir parçasıdır.

Müvekkil ilk günden bu yana inancı, dünya görüşü ve yaşam tarzı sorgulanarak yargılanmaktadır. Bilindiği üzere bu dosyanın temel isnatlarından biri müvekkilin güya Mehdilik iddiasında bulunduğudur. Ana dosyanın da huzurdaki dosyanın da iddianamelerinin ilk bölümü kapsamlı olarak müvekkilin inancını sorgulamakta ve eleştirmektedir. Bu sebeple de Emniyet ifadesinden bu yana tüm makamlarda inancını anlatmaktadır. Mahkeme savunmasının özünü de inancını ve inancının Devletin bekasına, güvenliğine hiçbir zaman bir tehdit oluşturmadığını açıklamak oluşturmuştur. Bu sebeple dilekçelerinin büyük kısmını Mehdiyet konusu oluşturmaktadır.

Müvekkil, Mehdiyete inanmanın İslam inancının bir parçası olduğuna inanmakta ve İslam birliğini ülkü olarak benimsediğini söylemektedir. Mehdiyet, hadislerde geniş olarak yer alan, Diyanet’in eserlerinde de halka öğretilen ve anlatılan, nesiller boyu Müslümanların inandığı ve önemli gördüğü bir konudur. Peygamberimiz (sav)’in hadisinde “Mehdi ile müjdelenin” yani “Mehdi’yi birbirinize anlatın” buyurduğu bilinmektedir. Müvekkil de Peygamberimiz (sav)’in bu emrini yerine getirmekte, İslam aleminin paramparça olduğu, her bir karışında oluk oluk kan aktığı, Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de çaresiz çocukların, kadınların, yaşlıların bir ümit ışığı beklediği bir ortamda oluşan yeisi ortadan kaldırabilmek amacıyla Mehdiyeti müjdelemekte ve anlatmakta olduğunu söylemektedir

Ayrıca Mehdilik İslam’da farz olan bir inanç değildir. Bu yönüyle de insanların iradesi üzerinde baskı kurmak için kullanılabilmesi mümkün değildir. İnanmanın farz olmadığı bir konunun kişiler üzerinde yaptırımı yoktur. Bu sebeple de müvekkilin Mehdiyetten bahsederek avukatlar, avukatlar aracılığıyla da başka insanlar üzerinde baskı kurduğu iddiasının da temeli yoktur.

Özetle, Diyanet İşleri Yayınları ve Muhammed Raşid Erol, Bediüzzaman Said Nursi, Mahmud Esad Coşan, Mahmut Ustaosmanoğlu gibi çok sayıda İslam alimi hangi gayelerle Mehdi hadislerini ve Mehdiyet konusunu anlatmışlarsa, müvekkil de aynı gaye ile yani inancının bir gereği olarak anlatmaktadır. Mehdiyetten bahsetmenin örgütsel bir eylem olarak görülmesi ise Anayasa’nın vatandaşlara tanıdığı ve güvence altına aldığı inanç ve ifade özgürlüğünü hiçe saymak olacaktır.

Müvekkil, her inançlı kişi gibi, hayatının her anını Kur’an ayetlerine, hadislere göre yorumlamaktadır. Allah sevgisi ve Allah’a teslimiyeti ile de yaşadığı her olayda hayır, güzellik ve hikmetler görmektedir.

Hiçbir hukuki sebep olmadığı halde VAN’A SEVK EDİLMESİNDE DE hayır ve güzellik görmüş, Bediüzzaman’ın bulunduğu, sitayişle bahsettiği bir ile gelmiş olmaktan da manevi bir haz duymuş ve bunu dile getirmiştir.

Müvekkilin, Van şehriyle ilgili açıklamaları da Bediüzzaman’ın sözüdür. Bediüzzaman Said Nursi Van Kalesi’nde kendi kurduğu Horhor medresesinde birçok talebe yetiştirmiştir. Bununla birlikte kendisinden 100 sene sonra Risale-i Nur’a değer veren bazı kimselerin Van’a geleceklerini ve söz konusu medreseyi ziyaret edeceklerini belirtmiş, o sırada yaşanacaklardan bahsederek ziyaretine gelecek olan kardeşlerini şöyle müjdelemiştir:

… Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed‘ler ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ BİR BAHARDA GELECEKSİNİZ. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve HORHOR TOPRAĞININ KAPICISI OLAN KALENİN BAŞINA TAKINIZ. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. MEZARIMIZDAN “NE MUTLU SİZE!” SADÂSINI İŞİTECEKSİNİZ. Hatta misafirlerimizin gölgeleri bile mezartaşımızdan bu sadayı işitecektir. Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar, şu kitabın hakaikini hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir. (Münazarat, s. 88)

Yani İhtiyar Risalesi'nin Onüçüncü Ricasında beyan ettiği gibi, Medresetü'z-Zehra'nın mekteb-i ibtidaîsi ve Van'ın yekpare taşı olan kal'asının altında bulunan Horhor Medresemin vefat etmesi ve Anadolu'da bütün medreselerin kapatılması ile vefat etmelerine işaret ederek umumunun bir mezar-ı ekberi hükmünde olmasına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli VAN KAL'ASI MEZAR TAŞI OLMUŞ. EY YÜZ SENE SONRA GELENLER! ŞU KAL'ANIN BAŞINDA BİR MEDRESE-İ NURİYE ÇİÇEĞİNİ YAPINIZ. Cismen dirilmemiş, fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medresetü'z-Zehra'yı cismanî bir surette bina ediniz, demektir.) (Emirdağ Lahikası, s. 489)

Müvekkil, İSTANBUL, EDİRNE VE ERZURUM illerinde tutuklu bulunduğu dönemlerde de bu şehirlerde bulunmanın hayır ve hikmetlerinin üzerinde durmuştur. İslam alimlerinin, velilerin bulunduğu, Osmanlıya başkentlik yapmış kutlu şehirlerde bulunmanın maneviyatı üzerinde durmuş, hatta bu yönde dilekçeler de dava dosyasına sunulmuştur.

Bu illerimizin her birinin ayrı ayrı güzellikleri olduğunu, bu şehirlerde bulunmanın manevi bir şeref olduğunu düşünen müvekkilin, bunları ifade etmesinde hiçbir hukuki sakınca olmadığı açıktır.

4)  Hadislerde veya ayetlerde geçen bazı bilgilerin günümüze dair işaretler içerdiğini düşünmek ve bu düşünceyi paylaşmak örgütsel bir eylem olarak nitelenemez.

Bilindiği üzere anayasa ve kanunlar, doğrudan şiddet veya benzeri eyleme dönüşmedikçe, insanları hayrete de düşürse, kabullenilmesi zor da olsa, yadırgansa da belirlenmiş standartlara aykırı da olsa vatandaşlara diledikleri gibi inanma, düşünme, yorumlama ve anlatma hakkı tanımaktadır. Dindar Müslümanlar Kuran-ı Kerim’in sadece indirildiği döneme değil geçmiş ve gelecek tüm dönemlere hitap ettiğini ve hepsine işaretler taşıdığına inanırlar. Müvekkil de bu inanca sahiptir.

Müvekkilin savunmalarında da izah ettiği üzere;

Kuran’da Nahl Suresi 24. Ayette, “Onlara "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Eskilerin masalları" dediler” denilerek, ayetleri sadece geçmişe ait hikayelerden ibaret görüp günümüze işaretler ve hikmetler taşıdığını kabul etmeyenlerin tutumu kınanmıştır.

Bu sebeple her Müslüman Kuran’ı okuduğunda kendi hayatına, başına gelenlere, çevresinde gördüklerine dair benzerlikler bulur, bundaki hikmetleri düşünür ve değerlendirir. Bu inançlı bir mümin için hayatının doğal akışı, olağan bir parçasıdır. Bir mümin kendi hayatında Kuran’dan işaretler gördüğünde bunu birilerini yönlendirmek, etki altına almak veya bir makam iddia etmek için yapmaz. Kendi imani derinliği, Allah’a yakınlığı ve Allah’ın kuluna yakın takibini görmenin yolu olarak değerlendirir. Dolayısıyla Kuran kıssalarından ya da hadislerden kendi hayatına dair işaretler ve benzerlikler olduğunu düşünmek veya anlatmak örgütsel bir eylem değildir, inançsal bir durumdur. 

Müvekkil de Bediüzzaman’ın Kur’an’ın her döneme baktığıyla ilgili sözlerine katılmaktadır:

“Kur’ân’ın şebabetidir. Her asırda taze nazil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Evet, Kur’ân, bir hutbe-i ezeliye olarak umum asırlardaki umum tabakàt-ı beşeriyeye birden hitap ettiği için, öyle daimî bir şebabeti bulunmak lâzımdır. Hem de öyle görülmüş ve görünüyor. Hatta, efkârca muhtelif ve istidadca mütebayin asırlardan her asra göre, güya o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir.”

Tarih boyunca da birçok İslam alimi ayetler ve hadislerden kendi yaşadıkları döneme göre hikmetler çıkarmışlar, bunları eser haline getirmişlerdir. Örneğin; Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur adlı eserinin geniş bir kısmını ayetlerin ve hadislerin ebced hesapları ve bunlardan çıkardığı o döneme bakan işaretler oluşturmaktadır. Bu tarz işaretler, yorumlar ve bilgiler Müslümanlar tarafından güzel bir hoşluk olarak değerlendirilen, kabul edilmesi veya uyulması şart olmayan konulardır. Benzer şekilde İmam Rabbani’nin eserlerinde de ayetlerin ve hadislerin kendi dönemine ve geleceğe yönelik hangi işaretleri taşıdığı anlatılmaktadır. Aynı şey Abdülkadir Geylani, Celalledin Suyuti, İbni Arabi gibi alimlerin eserlerinde ve sohbetlerinde de vardır. Günümüzde sıradan vatandaşlar da ayetler ve hadislerden kendi algısı, yeteneği ve derinliği ölçüsünde birtakım yorumlar çıkarıp sosyal medyada veya çeşitli mecralarda anlatmaktadır. Kimi rağbet görmekte kimine itibar edilmemektedir. Bu, düşünce ve fikir zenginliği oluşturmaktadır.

Müvekkilin de Kehf Suresinde geçen Hz. Zülkarneyn’in üç ayrı yere yaptığı yolculuğu yorumlaması, Kehf Ehli’nin yaşadıklarından günümüze işaretler olduğunu düşünmesi, Yusuf kıssasında anlatılanların benzerinin Müslümanların hayatında da olması gibi konulardan bahsetmesi de bu kapsamdadır. Müdafilerini bu konuda bilgilendirmesinin sebebi de yukarıda da izah ettiğimiz üzere inançlarının yargılama konusu edilmiş olması, müvekkilin de bu konularda inancının aslında ne olduğunu anlatarak savunma yapmaya mecbur bırakılmış olmasıdır.

Bu yorumların hiçbiri suç unsuru içermemektedir. Tamamen kişisel yorumdan ibarettir. Yorum olduğu için de inanılması veya uyulması farz değildir. Bu yorumların herhangi bir insana baskı kurmaya aracı olabilecek vasfı da yoktur.

İnançlı bir insanın inancını anlatması, inancı nedeniyle yargılandığı için inandıklarını ve düşündüklerini ilgili makamlara dilekçelerle bildirmesi, dilekçelerin hazırlanması için de müdafilerine tarifte bulunması hayatın doğal akışı olduğu gibi savunmasının da bir parçasıdır. Avukat görüş kısıtlılığı gibi ağır bir tedbirin uygulanmasına gerekçe olarak kullanılabilecek bir husus değildir.  

5)  Müvekkilin Ülke Gündemindeki Konulardan, Diğer Bazı Siyasi Davalardan Bahsetmesinin Örgütsel Talimat Olarak Değerlendirilmesi Mümkün Değildir

Müvekkil, her Türkiye vatandaşı ve her insan gibi ülkenin, siyasetin ve dünyanın gündemine dair düşünme ve düşüncelerini insanlarla paylaşma hakkına sahiptir. Ülkemizde gündemin büyük bir kısmını çoğunlukla siyasi davalar, adalet sisteminin içinde bulunduğu durum gibi konular oluşturduğundan müvekkilin avukat görüşlerinde de bu konulardan bahsedilmesi hayatın olağan akışına uygundur. Ancak bunların hiçbiri birilerine talimat vermek, herhangi bir suç eylemi gerçekleştirmeleri için yönlendirme yapmak amacı taşımamaktadır. Bunlar neticesinde işlenmiş herhangi bir suç da bulunmamaktadır.

MÜVEKKİL ADNAN OKTAR, ÜLKEMİZDEKİ BAZI SİYASİ TUTUKLULAR İÇİN GETİRİLECEK AFFIN VEYA YENİDEN YARGILAMANIN, ÜLKEMİZİN BEKASI, ZENGİNLİĞİ, REFAHI, MADDİ VE MANEVİ İNKİŞAFI İÇİN ÖNEMİNİ; BUNUN SADECE KENDİSİNİN DEĞİL, HÜKÜMETE YAKIN ÇEVRELER TARAFINDAN DA İFADE EDİLEN SOMUT BİR DURUM OLDUĞUNU DÜŞÜNMEKTEDİR.

Herkesin gazete köşelerinde, TV programlarında, sosyal medyada özgürce savunduğu fikirleri, müvekkilin dile getirmesinde hukuka, kanunla aykırı bir yön bulunmamaktadır.

 İnancı ve kişiliği gereği son derece şefkatli ve duyarlı bir insan olan müvekkil 6 yılı aşkın süredir bizzat yaşadığı ve şahit olduğu hukuksuzluklar ve hak ihlalleri karşısında, sadece kendisi için değil, Türkiye’de ilgili herkes için adaletin, hak ve hukukun tecelli etmesini gönülden istemektedir. Bunu sadece kişilerin özgürlüklerine kavuşmaları için değil, asıl olarak Türkiye’nin bekası, refahı, güçlenmesi ve huzuru için istediğini de vurgulamaktadır. Kendisi için öncelik daima devletimizin bekası ve manevi gücüdür.

Açıktır ki “coğrafi bir değişim”, “iklimsel bir değişim”, “hava değişimi” gibi ifadeler manevi bir anlamda değişim, ferahlık, güzellik; adalet, ekonominin, tarımın, sanayinin, yatırımların, turizmin düzeleceğini anlamlarında kullanılmakta olup gerçek bir fiziki değişimi ifade etmemektedir. Gazeteciler, siyasiler, hukukçular ve akademisyenler de manevi değişimi çok farklı şekillerde ifade etmektedirler:


Bugün neredeyse siyasilerin tamamı, gazeteciler, büyük bir çoğunluk, hükümete yakınlığı ile bilinen gazeteci yazarlar da dahil, adaletin tesisi için birtakım siyasi tutuklulukların sona erdirilmesi, özgürlüklerin genişletilmesi, adalet sistemi üzerinde oluşan şüphelerin bertaraf edilmesi gerektiğini ifade etmektedirler.

Örneğin hükümete yakınlığı ile bilinen gazeteci yazar Abdülkadir Selvi de özellikle son zamanlarda tutuklu durumda olan bazı kişilerin serbest bırakılması gerektiği hakkında yazılar yazmaktadır:

“Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi önceki günkü yazısında Osman Kavala’nın hapiste tutulmasının, Gezicilerin yıllarca hapis yatacak olmasının Türkiye’ye ne yararı var. ARTIK İKLİMİN DEĞİŞMESİ VE BAHARIN GELMESİ GEREKİYOR" DİYE YAZMIŞTI. Selvi'nin yazısına tepki Bahçeli'nin danışmanı Yıldıray Çiçek'ten geldi.” (https://halktv.com.tr/gundem/selvinin-iklim-degisir-yazisina-bahcelinin-danismanindan-zehir-zemberek-sozler-825621h)

Af çıkarılması konusu da gündemde olan bir konudur. Nitekim yakın zaman önce 28 Şubat Davasında yargılanıp hüküm giymiş olan üst düzey askerler de Sayın Cumhurbaşkanının takdiriyle affedilmiş ve tahliye edilmişlerdir. Devletin şefkatinin ve merhametinin görülmesi toplum genelinde ümide ve huzura vesile olmuştur.

Müvekkilin hem inancı gereği hem de ülkemizin daha huzurlu, daha refah, daha güçlü olabilmesi için, özgürlüklere öncelik verilmesini, adaletin herkes için kusursuz ve eksiksiz yerine getirilmesini, iyi bir niyetle, dua mahiyetinde ifade etmesini örgütsel talimat gibi yorumlamak kanunda tarif edilen suç örgütü kavramına hiçbir yönüyle uymamaktadır. Tüm bu ve benzeri konuşmaların kısıtlılık için gerekçe sayılması durumunda müvekkile “senin düşünmeni, konuşmanı, inanmanı ve inandığını anlatmanı yasaklıyoruz” demek anlamı taşıyacağı açıktır. 

6)  Müvekkilin Bazı Avukatlarının Hanım Olması ve Avukatlarıyla Görüş Sayısı Olağan Dışı veya Örgütsel Bir Tutum Değildir

Müvekkil yaklaşık 9 bin yılla yargılanmaktadır. Dosyada üzerine atılı çok fazla suç isnadı bulunmaktadır. Ayrıca halen duruşmaları devam eden 4 ayrı dosyası daha vardır. Bunun yanı sıra müşteki olduğu 100’e yakın soruşturma ve kovuşturma bulunmaktadır. Bunların da dışında, basında ve sosyal medyada her gün hakkında birçok asılsız haber, iftira, nefret söylemi yer almakta, hakkında karalama ve iftira içerikli kitaplar yazılmakta, diziler yayınlanmaktadır. Her bir suç isnadına yönelik etkili savunma yapabilmesi, lehine deliller toplanması, hukuki mütalaalar, bilirkişi raporları alınması, hukukçuların görüşlerinin sorulması, AYM, AİHM başvurularının hazırlanması, söz konusu yayınlara cevap verilmesi, suç duyurusunda bulunulması ve tazminat davaları açılması için çok sayıda avukatla çalışması gerekmektedir. Her bir hukuki süreci ayrı bir avukat takip etse dahi müvekkilin tüm bu dosyalarla ilgili teknik olarak yüzü aşan avukatla çalışması gerekecektir. BU KADAR SALDIRI VE İTHAM ALTINDA BULUNAN BİR KİŞİNİN, ONLARCA DEVASA DOSYADA KENDİNİ SAVUNMAK İÇİN BİRDEN FAZLA SAYIDA AVUKAT İLE ÇALIŞMASI EN DOĞAL SAVUNMA HAKKIDIR.

Müvekkilin cezaevinde eli kolu bağlıdır. Kendisi adına tüm bunları ancak avukatları yapabilmektedir. Tüm bu sebeplerden ötürü, avukat sayısı fazla değildir, hatta çoğu zaman yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla, AVUKATINDAN GÖRÜŞE GELEMEYECEĞİ VEYA İLGİLENEMEYECEĞİ ZAMANLARDA YARDIMCI OLMAK ÜZERE birden fazla avukatı olmasını istemesi son derece olağandır, bu müvekkilin savunma hakkıdır.

Müvekkil hakkında verilen avukat görüş kısıtlılığı kararlarında, müvekkilin avukatlarıyla yaptığı görüşlerin sayısı hakkında bir yanlış anlama ve yanlış yorumlama söz konusudur. Örneğin, Mahkemenizin 23.04.2024 tarihli kararında müvekkilin 1 ay içinde “339 kez avukatlar ile görüşme yaptığı” iddia edilmektedir. Ancak daha önce de izah ettiğimiz üzere bu değerlendirme gerçekleri yansıtmamaktadır. Zira karara konu ziyaret raporuna bakıldığında, müvekkilin 1 ay içinde hep aynı 5 avukatla görüşme yaptığı, farklı 5 avukatın da birkaç kez görüş yaptığı, yani müvekkilin toplamda sadece 10 avukatla görüşme yaptığı görülmektedir. Yani müvekkilin görüştüğü avukat sayısı, basına yansıyanın çok altında, raporda da görülebileceği üzere; toplamda sadece 10 avukattan ibarettir.

Nitekim, müvekkilin yargılandığı İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi 30.03.2023 tarihli ek kararında, müvekkile uygulanan kısıtlılık kararını kaldırırken avukat sayısı için şu açıklamayı yapmıştır:

“…sanığın hükümözlü olarak bulunduğu ceza infaz kurumunda hayatın olağan akışı ile uymayacak nitelikte vekaletsiz olarak avukat görüşmesi yaptığı görülse de daha evvel dosyaya sunulan raporların içeriği ve GÖRÜŞMELERİN DAHA ÇOK TANIŞMA VE DAVA DOSYALARI İLE ALAKALI OLDUĞUNUN BELİRTİLMESİ karşısında bu aşamada başka kovuşturma dosyalarının da bulunması gözetilerek (Cumhuriyet Savcısının) talebin reddine dair aşağıdaki şekilde karar verilmiştir.”

Bunun aksine bir tespit, meslektaşlarımıza yönelik de bir ithamdır. Meslektaşlarımız, güya bir örgüte eleman kazandırma talimatı almış gibi gösterilmek istenmektedir. Oysa, kayıtla görüşler incelendiğinde müvekkilin tüm konuşma içeriğinin, avukatlık mesleğinin icrası çerçevesinde olduğu açıkça görülmektedir.

Eğer müvekkilin her görüştüğü kişiye “örgüt üyesi” denecekse, müvekkil, en sık avukat görüşmelerini dinleyen infaz memuruyla görüşmektedir. BÖYLE DURUMDA, MÜVEKKİLLE MUHATAP OLAN HERKESE “ÖRGÜT ÜYESİ” Mİ DENECEKTİR?

Müvekkile, akıl hastanesinde tutulduğu dönemde de görüştüğü kişilerin düşüncelerini etkilediği ileri sürülerek, doktor ve hemşirelerle görüşmesi yasaklanmıştı. Kendisini hem güya hasta diyerek hastanede tutup, hem de son derece eğitimli, donanımlı, aklı başında doktor ve hemşirelerle onları etkileyeceği gerekçesiyle görüştürmemeleri nasıl büyük bir adaletsizlik ve mantıksızlıksa; 10 bin yıla yakın bir ceza ile yargılanmakta olan müvekkilin avukatlarıyla görüşmesini, görüştüğü avukat sayısını, süresini ve konuşmalarının içeriğini bu derece kısıtlamaya çalışmak da benzer bir durumdur.

Ayrıca, müvekkilin avukatlarıyla görüşmesi için süre kısıtlaması vardır. Haftada sadece 3 gün, mesai saatleri içinde görüşebilmektedir. Bu görüşmeleri de öğle arası, kantin gelmesi vb nedenlerle çok sık bölünebilmektedir. Yukarıda da arz ettiğimiz gibi, bu kadar çok dosyası olan müvekkilin bu kısıtlı günlerde tam gün avukatlarıyla çalışması gerekmektedir.

Avukatlar diğer işleri nedeniyle tam gün kalamadığında, biri çıkarken diğeri gelmektedir. KANUNA GÖRE EN FAZLA 3 AVUKATLA AYNI ANDA GÖRÜŞEBİLDİĞİ İÇİN, avukatlar mecburen bu şekilde sırayla gelmektedirler. Biri kendisine uygun saatte geldiğinde, diğeri çıkmak zorunda kalmaktadır. Yemek, dinlenme, ara verme gibi insani ihtiyaçları için de her cezaevinde her meslektaşın yaptığı gibi kısa bir ara verebilmektedirler.

AVUKATLARIN BU ŞEKİLDE GİDİP GELMESİ, GÖRÜŞLER DE DIŞARI ÇIKMASI BİR SÜRE SONRA TEKRAR GÖRÜŞE DEVAM ETMESİ İSE ÖRGÜTSEL BİR DAVRANIŞ DEĞİL, AKSİNE KANUNA UYGUN VE İNSANİ ŞEKİLDE HAREKET ETMEKTEDİR.

Eğer müvekkilin avukat görüşlerinde gerçekten suç unsuru barındıran bir husus bulunsaydı, müvekkilin güya bir örgüte suç işlemeleri için avukatları aracılığıyla haber göndermesi halinde bu durum zaten kayıtlara geçerdi ve CEZAEVİ YETKİLİLERİNCE HEMEN MÜDAHALE EDİLMESİ VE SUÇUN İŞLENMESİNİ ENGELLEMESİ GEREKİRDİ.

Ancak böyle bir suç tespiti bulunmadığına göre kısıtlamanın GERÇEK GEREKÇESİNİN GÜYA BİR SUÇU ENGELLEMEK OLMADIĞI, cezaevinde infaz memurlarının iş yükünü artırmamak için müvekkilin avukat görüşlerinin kısıtlanması olduğu kanaatindeyiz.

Nitekim müvekkil Adnan Oktar ile Cezaevi Müdürünün 14.08.2024 tarihinde yaptığın şifahi görüşmede bu durum ikrar edilmiş, Kurum Müdürü, kurum açısından “daha rahat olduğu” gerekçesiyle kısıtlılık uygulanmasının devam etmesini istediklerini söylemiştir. Açıktır ki sırf bir kısım memurların “rahat etmesi için” müvekkilin en temel haklarının kısıtlanmasının hiçbir hukuki açıklaması yoktur.

Müvekkilin ağırlıklı olarak hanım avukatlarla çalışmak istemesi isnadı da gerçeği yansıtmamaktadır. Huzurdaki dosyada Heyetinizin de şahit olduğu üzere savunmasını yapan müdafiler arasında müvekkil açısından erkek avukat kadın avukat diye bir ayrım bulunmamaktadır. Konu bir kısım basın tarafından kamuoyunda oluşturulan algı sebebiyle tamamen çarpıtılmak istenmektedir.

Huzurdaki dosyada tanıklık ifadesine başvurulan Fatih Kılıç isimli şahıs dahi emniyet ifadesinde (şahsın aleyhteki hiçbir beyanını kabul etmemekle birlikte) müvekkilin kimi zaman hanım avukatlarla çalışmak istemesindeki asıl gayesinin “hanımların daha çalışkan ve titiz olduklarını düşünmesi” sebebiyle olduğunu ifade etmektedir. Zaman zaman hanımların yaptıkları işlerde bazı erkeklere kıyasla daha detay düşünen, daha titiz çalışan, daha çalışkan bir tutumları olduğu da toplumda yaygın bir kanaattir. Ancak bu, müvekkilin “kadın avukat” diye bir ısrarı olduğu manası taşımamaktadır. Durumun cinsiyetçi bir yorumla değerlendirilmesi ise basında yapılan bir takım sansasyonel ve gerçek dışı yayınların etkisidir. Müvekkil açısından kadın veya erkek avukat diye bir ayrım bulunmamaktadır. Neticede müvekkilin dosyada vekaleti olan ve düzenli görüş yaptığı, 6 yıldan bu yana yaklaşık 150 bin sayfalık dosyaya hakim olan avukatların bir kısmının hanım olması hukuken mahsurlu olmadığı gibi avukat görüş kısıtlılığı kararı vermek için de geçerli ve yeterli bir gerekçe değildir.

 

NETİCE VE TALEP      :

Daha önce sunmuş olduğumuz dilekçelerimizde de detaylı olarak izah ettiğimiz üzere, müvekkil hakkındaki avukat görüş kısıtlılığı;

  • Kısıtlama kararının verildiği huzurdaki dosyada müvekkil hakkında henüz kesinleşmiş hüküm bulunmadığından, Anayasa Mahkemesi'nin 2018/73E. 2019/65 K. Sayılı 24.07.2019 tarihli iptal kararı sebebiyle “tutuklu sanık” hakkında uygulanmasının hukuki dayanağı olmadığından,
  • İki ayrı Ağır Ceza Mahkemesinin toplam 6 hakimi de müvekkile kısıtlılık getirilmesini gerektirecek hukuki bir durum olmadığını belirten bir kararlar almış olduklarından,
  • Müvekkilin avukatlarıyla yaptığı görüşmeler neticesinde kanunun suç saydığı hiçbir eylem gerçekleşmediğinden,
  • Müvekkilin avukatlarıyla yaptığı görüşmelerdeki konuşmalarının veya savunmasında kullanılmak üzere yaptığı değerlendirmelerin tamamı inanç ve ifade özgürlüğü ve savunma hakkı kapsamında olduğundan,
  • Her vatandaş tarafından yapılabilecek günlük hayata dair sıradan yorum ve konuşmaların zorlama yorumlarla örgütsel talimat olarak kabul edilmesinin kanuna, akla ve vicdana aykırı olacağından,
  • Dr. İzzet Özgenç, Prof. Dr. Osman Can, Doç. Dr. Can Canpolat’ın hukuki mütalaalarındaki izahlar da dikkate alındığında her türlü hukuki dayanaktan yoksun avukat görüş kısıtlılığının kaldırılmasını saygılarımla bilvekale talep ederim. 21.08.2024

Adnan Oktar MÜDAFİİ

Av. Mert ZORLU

 

 

Daha yeni Daha eski