
İSTANBUL 30. AĞIR CEZA MAHKEMESİ’NE
DOSYA NO : 2024/414 E.
SUNAN : Adnan Oktar
MÜDAFİİ : Av. Mert Zorlu
KONU : Müvekkil Adnan Oktar’ın, “insanların Allah’ın takdiriyle dünyaya gelen bir çocuğun varlığını sevinçle karşılarken; yine Allah’ın takdiri olan bir yakınlarının ölümüyle karşılaştıklarında derin bir üzüntüye kapıldıklarını”; oysa “doğum ve ölümün aynı kaderin parçaları olup, her ikisinin de sabır, teslimiyet ve tevekkül ile karşılanması gerektiği” konusundaki düşüncelerinin, Kuran ayetleri ve Peygamberimiz (sav)’in hadisleri doğrultusunda Sayın Mahkemenize sunulmasıdır.
AÇIKLAMALAR :
Müvekkil Adnan Oktar, insanların ölüm gerçeği karşısındaki bazı yanlış tavırlarına ilişkin olarak şu önemli hususlara dikkat çekmektedir:
Ölümün Hakikati
İnsanın dünyadaki hayatı, doğum ve ölüm arasına yerleştirilmiş bir yolculuktur. Doğumla başlayan bu süreç ölümle tamamlanır. Ancak kimi insanlar doğumu sevinç, ölümü ise hüzün gibi algılarlar. Oysa bu iki hakikat birbirinin zıddı gibi görünse de, aslında aynı kader zincirinin ayrılmaz halkalarıdır. Her ikisi de Allah’ın mutlak takdiridir. Allah’ın dilemesiyle dünyaya gelen insan, yine O’nun emriyle bu dünyadan ayrılır.
—KOVULMUŞ ŞEYTANDAN RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH’A SIĞINIRIZ—
Kuran’da “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk Suresi, 2) buyrularak hem doğumun hem de ölümün insan hayatındaki imtihanın bir parçası olduğu bildirilmektedir.
Ne var ki kimi insanlar doğumu büyük bir sevinçle karşılarken, ölümü ‘kahredici bir kayıp’ gibi algılamakta; bunun sonucunda ‘isyan ve keder’ ile tepki vermektedirler. Bu durum, onlara Allah’ın takdirini unutturmakta; bundan dolayı da kader gerçeğini kavramakta zorlanmaktadırlar.
Oysa Yüce Rabbimiz Kuran’da, “Her nefis ölümü tadacaktır…” (Al-i İmran, 185) buyurarak bu konudaki hakikati hatırlatmıştır. Ölümü bir kayıp değil, asıl hayata açılan kapı olarak görmek, mümin ahlakının bir gereğidir. Hayatı da ölümü de veren; insanı yaratan, yaşatan ve vefat ettiren yalnızca Allah’tır. Kuran-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
"Sizi yaratan, sonra öldürecek olan, sonra da diriltecek olan O’dur." (Rum Suresi, 40)
Bu ayet, hayatın ve ölümün İlahi bir plan çerçevesinde olduğunu; her ikisinin de Allah’ın kudretiyle ve belirlediği vakitte gerçekleştiğini göstermektedir. Bediüzzaman Said Nursi, kaderin her tecellisinde hayır ve hikmet bulunduğunu bir sözünde şöyle ifade etmiştir: “Kaderin her hükmünde bir güzellik vardır.” (Şualar, 26. Söz)
Dolayısıyla bir yakının vefatı karşısında gösterilmesi gereken en doğru tavır, sabır ve teslimiyetle tevekkül etmek olmalıdır. Peygamberimiz (sav) ise bu konuda şöyle buyurmuştur: “Gerçek sabır, musibetin ilk anında gösterilen sabırdır.” (Buhârî, Cenâiz, 32)
Ölümü ‘Yokluk’ Sanmak Büyük Bir Hatadır
İnsanların ölümü sadece “ayrılık”, “yok oluş” veya “bir daha görememek” gibi algılamaları, kalplerinde derin bir boşluk ve çaresizlik meydana getirmektedir. Bu dünyadaki kayıpları geri gelmez bir yokluk gibi algılar; sevinçleri de sonsuz kalıcıymış gibi görürler. Oysa ölüm bir yok oluş değil, sadece bir alemden diğerine geçiştir. Mümin için bu dünyadaki ayrılıklar geçici, ahiretteki buluşmalar ise ebedidir.
Bediüzzaman Said Nursi bu hakikati, “Ölüm bir hiçlik değil, yokluk değil, bir tebdil-i mekândır.” (Mektubat, 20. Mektup, 7. Söz) ifadesiyle dile getirmiş; ölümün hiçlik değil, ebedî âleme bir geçiş olduğunu hatırlatmıştır.
Zaman algımız sınırlı olduğu için, ölüm bize ‘ayrılık’ gibi görünür. Ama Allah Katında bütün zaman ‘tek bir an’ gibidir. Dolayısıyla “bir daha göremeyeceğim” düşüncesi yanlıştır. Müminler, cennette ebedi olarak buluşacaklardır. Bu hakikati unutmak, kişiye hem üzüntü verir hem de ümitsizliğe neden olur. Ama hepsinden önemlisi, ölümü ‘yokluk’ sanıp böyle bir ruh haline sürüklenmek, kişinin Allah’a olan güveninde eksiklik ve imanında zaaf olduğunu ortaya koyar. Bu da çok tehlikeli bir durumdur, çünkü Allah’a güven ve teslimiyet zayıfladığında, insan Allah’ın sevgisini, rızasını ve sonsuz ahiret hayatını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Kuran’da dünya hayatı ve ölüm gerçeği ile ilgili şöyle buyrulmaktadır:
“Her canlı ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak şer ile de hayır ile de deniyoruz. Ve sonunda ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya Suresi, 35).
Bu ayet hem ölümün kaçınılmaz olduğunu hem de asıl dönüşün Allah’a olduğunu bildirir. Dolayısıyla ölümü “yok oluş” gibi görmek, kişinin “imtihanın sırrını kavrayamadığını” gösterir. Oysa “asıl gerçek hayat”, Allah’ın bildirdiği üzere, ahiretteki ebedi hayattır:
“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadır. Ahiret yurdu ise, işte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebut Suresi, 64).
Büyük İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi de, mümin için “ölümün bir yokluk değil, asıl hayata geçiş olduğunu” şu sözleriyle dile getirmiştir:
“Ehl-i iman için kabir, bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.” (Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam, Yeni Asya Neşriyat, s.131).
Bu nedenle mümin, ölümü gafletle değil, Kuran’da gösterilen bakış açısıyla değerlendirmeli ve Allah’ın takdirine rıza göstermelidir.
‘Ölümü Kabullenememek’, Dünyayı Esas Hayat Sanmanın Neticesidir
İnsanların ölümü kabullenememelerinin temelinde ise, dünya hayatını kalıcı zannetmeleri vardır. Oysa bu, büyük bir yanılgıdır. Dünya, Allah’ın insanı imtihan için yarattığı geçici ve kısa bir süreli misafirliktir. Asıl hayat ise, ölümden sonra başlayacak olan ahiret hayatıdır. Bu gerçeği göremeyen kimse, sevdiklerinin ölümüyle karşılaştığında, onlarla bir daha görüşemeyeceğini sandığı için, derin bir keder ve çaresizlik hissine kapılır.
Ancak yaşadığı acı yalnızca sevdiği bir yakınından ayrılmanın üzüntüsünden ibaret değildir. Allah’ı ve ahireti unutmuş halde yaşayan bir insan, aldığı bir vefat haberiyle, aynı zamanda kendi “ölümlülüğü” ile de yüzleşir. Bu yüzden ölüm ona, hem “sevdiklerinin kaybı” hem de “kendi sonunun habercisi” gibi görünür.
Bunun yanında dünya hayatını asıl amaç sanan kişi, malıyla, makamıyla, soyuyla, itibar ve şöhretiyle kendisine “kalıcı bir düzen kurduğunu” zanneder. Ölümle yüzleştiğinde, dünyada sahip olduğu her şeyin bir anda elinden gideceğini de fark eder. Bu yüzden ölüm, dünyaya bağlanan kimse için tarifsiz bir korku ve sarsıntı sebebi olur. Çünkü böyle bir kimse, tüm umutlarını bu geçici dünyaya bağlamış, asıl gerçek hayatını yaşayacağı ahireti unutmuştur. Böyle bir bakış açısı ise insana ağır bir yük getirir; onu ümitsizliğe ve isyana sürükler.
Oysa tüm bu korkular, Allah’tan ve iman ruhundan uzak bir hayat yaşamaktan kaynaklanır. Mümin ise şu gerçeği çok iyi bilir: “Ölüm hiçbir nimeti insanın elinden almaz; aksine gerçek nimetlerin kapısını açar.”
Çünkü Allah Katında ebedi nimetler vardır ve bunlar sadece ölümle başlayan ahiret hayatında insana verilecektir. Bu sebeple iman eden bir kimse için ölüm, kayıp değil; Allah’ın rahmetine kavuşmanın ve ebedi buluşmaların başlangıcıdır.
Peygamberimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol.” (Buhârî, Rikâk, 3).
Bu hadis, dünya hayatının geçici; asıl yaşanacak sonsuz hayatın ise ahiret olduğunu hatırlatmaktadır.
Dolayısıyla mümin, böyle bir gaflet haline kapılmaktan sakınmalı; ölümü Kuran bakış açısıyla değerlendirmeli ve her durumda Allah’ın takdirine rıza gösterip teslim olmalıdır. Kuran ayetlerini düşünerek imanını kuvvetlendirmeli ve Allah’ın beğendiği ahlakı yaşamalıdır. Böyle bir şuur açıklığı, insanı dünyada ümitsizlikten korur ve ahirette sonsuz kurtuluşa ulaştırır.
Ölüm Karşısında Gösterilen Yanlış Tepkiler
Yakınlarının vefatı karşısında kimi insanlar büyük bir hüzne kapılmakta; günlerce ağlayıp perişan olmakta, ümitsizliğe düşmekte ve hatta isyan noktasına varan bir ruh haline sürüklenmektedir. Bu hal, Kuran’da “sabır” ile övülen mümin tavrından uzak bir ruh halidir. Allah insanlara imtihanlar, zorluklar ve sıkıntılar karşısında tevekkül ve teslimiyeti emretmiştir. Bu konuda Kuran’da şöyle buyrulur:
“Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara Suresi, 155)
“De ki: ‘Bize Allah’ın yazdığından başkası bize isabet etmez. O bizim Mevlamız’dır. Müminler yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.’” (Tevbe Suresi, 51)
Bunun aksi bir tavır, kişiye Allah’ın rızasını kaybettirebileceği gibi; üzüntüye kapılıp isyan etmek, aynı zamanda insan üzerinde ağır bir psikolojik tahribat da oluşturur. Kişinin kalbini daraltır, karamsarlığa sürükler; o kişi için dünya hayatını yaşanmaz kılar.
Bunun yanı sıra insanların ölüm karşısında üzüntüden ve ağlamaktan adeta kendilerini kaybetmeleri, aslında “bu olay böyle olmamalıydı” duygusunu dillendirir. Bu da kader inancına kalben bir itirazın tezahürüdür. Oysa Allah’ın her insan için takdir ettiği ölüm vakti ezelde belirlenmiştir ve bir an bile ileri geri gitmez. Kuran’da bu gerçek şöyle haber verilmiştir:
“Her ümmetin belirlenmiş bir eceli vardır. Ecelleri gelince, ne bir an geri kalırlar, ne de ileri geçebilirler.” (Araf Suresi, 34).
Bu hakikati unutan kimse, Allah’ın takdirini — haşa — sorgulamaya başlar. Bu sorgulama ise, kalbinde “güven” yerine “itiraz” duygusunu besler. Böyle bir psikoloji kişiyi giderek daha büyük bir boşluğa sürükler. Toplumda sık görülen “neden ben, neden şimdi” gibi feryatlar, aslında temeldeki Allah’a olan teslimiyet eksikliğinin göstergesidir.
Ölenin Ardından Ağıt Yakma Geleneği
İnsanlık tarihi boyunca ölümün ardından yas tutmak, feryat ve ağıt yakmak, eski kültürlerden miras kalan bir gelenek olmuştur. Sümerler, Eski Mısır ve Mezopotamya toplumlarında cenazelerde yüksek sesle ağıt yakmak, ölenin ardından saç baş yolmak ve aşırı hüzün göstermek yaygın bir uygulamaydı. Ölene bağlılığı ispatlamak ve put edindikleri sahte tanrıları “etkilemek” amacıyla yapılan bu gelenek zamanla başka toplumlara da geçmiş, günümüze kadar ulaşmıştır.
Ahirete dair sahih, yani gerçek bilgilere dayalı bir inanç taşımayan bu toplumlar, ölümü telafisi olmayan bir yokluk olarak gördükleri için acılarını abartılı ritüellerle sergilemişlerdir. Ancak bu davranışların ne ölene faydası olmuş ne de yaşayanların acısını hafifletmiştir; aksine insanların ruhsal yıkımına ve toplumsal ümitsizliğe sebep olmuştur.
Bugün hala bazı toplumlarda sürdürülen bu gelenek, aslında eski pagan kültürlerden miras kalmıştır. Aşağıdaki görseller, Sümer ve Mısır dönemlerine ait cenaze ritüellerinde ağıtçı kadınların ve yas sahnelerinin nasıl tasvir edildiğini göstermekte ve bu toplumların cenaze sahnelerindeki yanlış bakış açısını ortaya koymaktadır:

(Mısır Geç Dönemi, XXX. Hanedanlık, MÖ 381-343)
(“Relief of Mourning Women” – Brooklyn Museum - Charles Edwin Wilbour Fund, Cat. no. 37.31E).
Eserde, Eski Mısır’da cenazelerde yer alan profesyonel “ağıtçı kadınlar”ın ve acının dışa vurumu olarak sıklıkla kullanılan duruşun; ellerini göğüslerine vurarak ve jestlerle acıyı dramatik biçimde dışa vurdukları sahne betimlenir. Bu kadınlar ölenin ardından saç baş yolmak ve yüksek sesle feryat etmekle görevliydi.
Kireçtaşı üzerine kabartma bu rölyefte; üç ağıtçı kadın figürü, ellerini göğüslerine koymuş, elbiselerinin kenarlarını çekerek göğüslerini yumruklayan duruşta, hüzünlü beden diliyle yas tutma sahnesinde görülmektedir.
Bu sahne, ölümün toplumda yanlış bir bakış açısıyla, ‘geri dönülmez bir kayıp gibi algılandığını’ ve ‘ümitsizlik içinde yaşandığını’ göstermektedir.



Yasçı Kadınlar Duvar Resmi, Ramose Mezarı (TT55), Teb Kenti (Thebes), (Luksor, Mısır) –
(Yeni Krallık, XVIII. Hanedanlık, Ramose Dönemi, (MÖ ~1350))
(“Mourners From the Tomb of Ramose, Thebes”, – Theban Necropolis, Tomb TT55, Wikimedia Commons Collection)
Bir cenaze alayını betimleyen bu duvar resmi, Antik Mısır’ın ölümden sonraki yolculuğa dair inancının, cenazelerdeki ritüellerle nasıl ifade edildiğine dair bir örnektir.
Arka planda cenaze alayı ve cenaze yatağı; önde ise ellerini kaldıran ve saçlarını savuran yasçı kadınlar ve hüzünlü tavırları görülmektedir.
Bu sahne de aynı şekilde, Antik Mısır’ın ölüm sonrası yasın, dünyevi bir kayıp olarak ‘aşırı hüzünle’ ifade edildiğini göstermektedir.

Cenaze Alayı ve Ağıt Yakan Kadınlar – Ramose’un Mezar Duvarı –
(Sheikh Abd el-Qurna [Thebes/Luksor], XVIII. Hanedanlık, MÖ ~1350)

(“Offering Bearers and Mourners at the Funeral of Vizier Ramose” – Theban Necropolis, TT55)
Resimde, Ramose’nin cenazesinde ölüye eşlik eden eşya taşıyıcılar ve bir grup kadın yasçı görülmektedir. Kadınların gözlerinden süzülen yaşlar ve saç yolma hareketleri, dönemin yas ritüellerinin dramatik boyutunu yansıtmaktadır.
Bu sahne de yine, ölümün ‘geri dönülmez bir kayıp’ gibi algılanıp yüksek sesli ağlama ve feryatla tepkilerin sergilendiğini göstermektedir.
“Ani’nin Ölüler Kitabı” – Papirüs – British Museum (Yeni Krallık, XIX. Hanedanlık, MÖ ~1250)
“Book of the Dead, Papyrus of Ani” – Thebes, Tomb of Ani, British Museum Collection, EA 10470,6)

“Ani’nin Ölüler Kitabından Yas Tutan Kadınlar” – Antik Mısır - Cenaze Töreni Sahnesi – (Thebes, XIX. Hanedanlık, MÖ ~1250)
(“Female Mourners from the Papyrus of Ani”, – Thebes, Tomb of Ani, British Museum Collection, EA 10470,6)
Papirüs üzerine yapılmış olan bu çizimde, cenaze töreninde Ani'nin ölümünden duyulan acıyı sergileyen, yanaklarından gözyaşı akan bir grup kadın sergilenmektedir. Bunlar kraliyet ailesinin ve seçkinlerin cenazesine katılacak profesyonel yas tutanlardı. Kadın figürleri omuzlarını açarak, ellerini başlarına götürerek yas tutma sahnesi betimlenmiştir.
Bu tip ağıt hareketleri (ellerin havaya kalkması, saçların savrulması) Antik Mısır’da ölüm karşısındaki toplumsal ritüelin bir parçasıydı. Saçlarını çeker, ellerini yüzlerine tutar, üzüntü göstergesi olarak göğüslerine tokat atarlardı.
Bu cenaze töreni sahnesi de yukardaki diğer örnekler gibi, ölümü “geri dönülmez bir felaket” gibi gören batıl anlayışın bir yansımasıdır. Ölümün manevi hakikatini kavrayamayan bu bakış, acıyı isyan ve gösterişli ritüellerle dışa vurmuştur.
İslam ahlakında ise, ölüm karşısında böyle feryatlarla tepki vermek yerine, teslimiyetle, sabırla ve dua ile Allah’a sığınmak ve tevekkül etmek vardır.

Cenaze Alayı ve Yas Tutan Kadın – Ani’nin Ölüler Kitabı (Thebes, Yeni Krallık, XIX. Hanedanlık, MÖ ~1250)
“Book of the Dead, Papyrus of Ani (Sheet 5): The Funeral Procession” – Thebes, Tomb of Ani (TT281), British Museum Collection, Image ID: 684696001)
Bu sahne Antik Mısır cenaze ritüellerinden bir tasvirdir. Ani'nin cenaze alayını, kederli kadınlar tarafından karşılanacağı ve tabutun son dinlenme yerine götürülmeden önce son ayinleri ve dul kadının son vedası için dik duracağı mezarına doğru ilerlerken gösterir.
Ölenin yatağının başında diz çökmüş olan Ani’nin dul eşi, ölünün önünde saçlarını yolarken ve ellerini başlarına götürerek ağlayarak ağıt yakarken betimlenmiştir. Üzüntüsünden göğsünü açmış ve sürme ile boyadığı gözlerinden dökülen gözyaşları yanağında iz bırakmıştır. (“Ölüler Kitabı”, Ani Papirüsü, Cenaze Alayı, sf. 5)
Bu tip betimlemeler “Ağıtçı kadınlar” (mourners) geleneğinin en tipik örneklerindendir. Bu tür sahneler, ölenin arkasından yüksek sesle ağıt yakmanın, saç baş yolmanın ve aşırı kederi sergilemenin eski Mısır’da yaygın bir ritüel olduğunu göstermektedir.
Tüm bu görsellerdeki yas tutan kadın figürleri, ölümü ‘geri dönülmez bir kayıp’ olarak gören ve hüzünle dışa vuran batıl geleneğin örneklerini temsil etmektedir.
Oysa tüm bu tavırlar, İslam ahlakı ile iman edenlere bildirilen sabır ve tevekkül ahlakıyla taban tabana zıttır. Peygamber Efendimiz (sav), “Ölü için ağıt yakmayınız.” (Buhârî, Cenâiz, 34; Müslim, Cenâiz, 23) buyurarak, bu tür cahiliye adetlerinin müminlerin hayatında yer almaması gerektiğini hatırlatmıştır. Müslüman için asıl olan, ölümü Allah’ın takdiri olarak görüp sabır ve metanet göstermektir.
Ölümle İmtihanda Mümin Tavrı
Allah’tan korkan bir müminin yapması gereken, bu duygunun kendisini esir almasına izin vermemektir. Peygamberimiz (sav) böyle bir durum karşısında iman edenlere şu ahlakı tavsiye etmiştir:
“Kim başına gelen musibetten dolayı ‘İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn’ derse, Allah ona mağfiret eder ve kalbini hidayete erdirir.” (İbn Mâce, Cenâiz, 56).
Hadiste geçen “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” ifadesi Kuran’ın Bakara Suresi 156. ayetinde bildirilmiştir ve “Biz Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” anlamına gelir. Ayetin tamamı ise şöyledir:
“Onlar kendilerine bir musibet geldiğinde ‘Biz Allah’a aitiz ve yine O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara Suresi, 156)
Ayette ve hadiste geçen bu ifade, halk arasında çoğu zaman sadece vefat eden bir kimse için “teselli ve taziye amacıyla” söylenen bir cümle gibi algılanmaktadır.
Oysa bu söz, bir “teselli cümlesi” değil, Allah’ın ayetiyle bildirdiği bir gerçek; müminin imanını, teslimiyetini ve Allah’a olan güvenini dile getiren çok güçlü bir ifadedir. “Biz Allah’a aitiz” diyerek insan, hem kendi varlığının hem de sevdiklerinin Allah’ın mülkü olduğunu kabul eder. “O’na döneceğiz” diyerek de ölümü bir yok oluş değil, Allah’a kavuşma vesilesi olarak görür. Böyle bir şuurla söylenen bu söz, kalbi isyandan uzaklaştırır ve mümine derin bir huzur verir.
Allah, “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.” (Rad Suresi, 28) buyurarak böyle bir durum karşısında asıl huzur ve ferahlığa kavuşmanın, ancak imanla olacağını belirtmiştir.
Bir başka ayette ise, böyle bir olay karşısında “sabır ve tevekkül ile Allah’a teslim olan” bir kimsenin, Allah’ın yardımıyla her türlü olumsuz düşünceden, sıkıntıdan ve psikolojik yıkımdan korunacağı; iç huzuru, ruh dinginliği içerisinde olacağı şöyle bildirilmiştir:
“Kim Allah’a tevekkül ederse, şüphesiz Allah ona yeter.” (Talak Suresi, 3)
Ayrıca vefat eden kişi eğer salih bir mümin ise, Allah’a ve cennete kavuşması geride kalanlar için sevinç vesilesi olmalıdır. Nitekim Bediüzzaman, “Ölüm, ebedî dostlara kavuşmaktır; en başta Rahmân-ı Rahîm’e.” (Mektubat, 17. Mektup) diyerek, mümin için ölümün bir son değil; Allah’a ve sevdiklerine kavuşmanın başlangıcı olduğunu hatırlatmıştır.
Gerçek kayıp, dünyadaki ayrılık değil; Allah’ın rızasından, sevgisinden ve ahiretteki sonsuz cennetinden mahrum kalmaktır.
Ölüm Karşısında Yaşanan Üzüntü Kişinin Çevresine de Zarar Verir
Ölüm karşısındaki hüzün ve isyan hali sadece insanın kendisini değil, çevresini de olumsuz etkiler. Cenaze merasimlerinde ve sonrasındaki dönemlerde yaşanan feryatlar, sabrı ve tevekkülü unutmuş bir ruh halinin dışa vurumudur. Yakınını kaybettiği için feryat ve isyan eden bir kimse hem kendisi hem de çevresi için büyük bir manevi çöküntü oluşturur. Bu durum oradaki yeterli bilgiye sahip olmayan kimi insanları da derinden etkiler ve böylece kişi etrafındaki insanlara da ümitsizlik aşılar. Bu hal, Kurani bakış açısını gereği gibi bilmeyen çocukların ölümden korkmasına, gençlerin hayata karşı ümitsizliğe düşmesine, yaşlıların ise ahirete iman yerine, kaygı ve tedirginlik içinde yaşamasına sebep olabilir. Böylece hatalı bir tavır, başkalarına yönelik de olumsuz bir etkiye dönüşür.
Oysa aynı kişi sabırla Allah’a tevekkül ederse; çevresine de imanı, Kuran ahlakının getirdiği güzel ruhu ve tevekkül ahlakını telkin eder. Allah, “Sabredenlere mükafatları hesapsız verilecektir.” (Zümer Suresi, 10) buyurarak, sabrın hem dünyada hem ahirette büyük bir karşılığı olduğunu bildirmiştir. Bir başka ayette ise Allah sabredenleri övmüş, “Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara Suresi, 153) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) ise, “Musibet anında sabreden kulun mükafatı cennettir.” (Tirmizî, Zühd, 57) diyerek bu hakikati vurgulamıştır.
Ölüm karşısında isyan etmek, — haşa — kulun Allah’ın takdirine itirazıdır. Bu ise kişinin ahiretini kaybetmesine sebep olabilecek çok hayati bir inanç bozukluğudur. Bu nedenle insanın böyle bir kayıp karşısında göstereceği tavır, onun Allah’a karşı olan gerçek sevgisini, bağlılığını, samimiyetini ve teslimiyetini ortaya koyan en önemli imtihanlardan biridir.
Ölüme Yanlış Bakış Açısının Neden Olduğu Tahribata Dair Bazı Sosyal Veriler
Ölümü Allah’ın takdiriyle gelen bir hakikat olarak değil de, bir son olarak gören insan, bu yanlış anlayış nedeniyle büyük bir manevi boşluğa sürüklenmektedir. Aşağıda yer alan bilimsel veriler, ölümü iman gözüyle değerlendirmemenin insan ruhunu nasıl yıprattığını ve kalıcı tahribatlara yol açtığını açıkça ortaya koymaktadır.
☆ JAMA Network (2024) tarafından yapılan bir araştırmada, yakınlarını kaybetmiş bir grup insan üzerinde yapılan çalışmada şu oranlar tespit edilmiştir: %20’sinde Uzamış Yas Bozukluğu (PGD), %34’ünde Travma Sonrası Stres Bozukluğu (PTSD), %30’unda Majör Depresif Bozukluk (MDD), ayrıca bu kişilerin %29’unda da, birden fazla ruhsal bozukluk aynı anda görülmüştür.
Bu bulgular, insanın ölümü yalnızca acı, kayıp ve yokluk olarak algıladığı bir ruh halinde, psikolojik olarak ne kadar savunmasız kaldığını; bu yanlış bakış açısının derin travmalara ve depresyona zemin hazırladığını açıkça göstermektedir. Araştırmadaki yüksek oranlar, ölüm karşısında sabır ve teslimiyet yerine tamamen duygusal çöküşün hakim olduğunu; imani bilinçten uzaklaştıkça kişinin ruh sağlığının da yoğun olarak yıprandığını ortaya koymaktadır.
☆ PMC (PubMed Central) / Frontiers in Psychiatry (2023) tarafından yayımlanan dünya genelindeki geniş kapsamlı bir bilimsel incelemede ise, farklı ülkelerden elde edilen veriler değerlendirilmiş ve yine benzer sonuçlara ulaşılmıştır. Araştırma, yakınlarını kaybeden bazı kişilerde ‘Uzamış Yas Bozukluğu (PGD)’ olarak tanımlanan bir durumun ortaya çıktığını ve bu bozukluğun yıllarca sürebildiğini göstermiştir. Beklenmedik veya ani kayıplar yaşayan kişilerin %5 ila %15’ine, sevdiklerini kaybettikten bir yıl sonra bile ‘(PGD)’ teşhisi konmuştur. Daha ağır veya travmatik kayıplar yaşayan kimselerde ise PGD yaygınlığı oranının %49’a kadar yükselebildiği gözlenmiştir. Çalışma, yas tutmanın uzun vadede yalnızca psikolojik değil, biyolojik ve sosyal sağlık üzerinde de olumsuz kalıcı etkiler bıraktığını vurgulamaktadır.
☆ Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre, dünya genelinde yetişkin nüfusun yaklaşık %5’ine (yaklaşık 332 milyon kişiye) klinik olarak depresyon tanısı konmuştur. Hafif ve orta şiddette depresif belirtiler de dikkate alındığında, bu oranın %10–12’ye kadar yükseldiği tespit edilmiştir. Klinik yardım almadığı için tanı konulmamış insanların varlığı da hesaba katıldığında ise, depresyon yaşayan insanların sayısının bu rakamların çok üzerinde olduğu değerlendirilmektedir. Özellikle yakınlarını kaybeden veya travmatik olaylar yaşayan kimselerde, depresyon görülme oranının belirgin biçimde arttığı vurgulanmaktadır.
Bu yüksek oranlar, birçok insanın ölümü bir “yokluk ve sona erme”, “her şeyin bitişi” olarak algıladığını; bu durumun da geniş bir kitlenin ruh sağlığına ciddi şekilde zarar verdiğini göstermektedir. Kuran ahlakı dışındaki bu bakış açısı, kişilerin ruhsal durumunu derinden sarsan bir travmaya dönüşmekte; psikolojik direncini yok etmekte, insanları yalnızlığa, umutsuzluğa hatta akıl sağlığını tehdit eden bir ruh haline sürüklemektedir.
☆ ABD’de The Compassionate Friends adlı kuruluşun yürüttüğü geniş ölçekli araştırmaya göre ise, çocuğunu kaybeden ebeveynler arasında boşanma oranı %12-16 olarak bildirilmiştir. (Bu veri, Psychology Today dergisinde yayımlanan bir yazıda aktarılmıştır.)
Bu durum, yaşanan çocuk kaybı sonrasında, aile içinde sabır ve tevekkül yerine; çatışma, suçlama ve öfke refleksinin öne çıktığını göstermektedir. Bu süreçte insanlar, yaşadıkları durumu Allah’ın yarattığı bir imtihan olarak görmek yerine, insan kaynaklı bir ihmal veya hata olarak değerlendirmekte; bundan dolayı da çoğu zaman birbirini suçlama ve birbirlerine tavır alma eğilimine yönelmektedir.
İnsanın, Allah’ın takdiriyle gerçekleşen bir kaybı — haşa — “haksızlık” ya da “ceza” gibi algılaması, manevi direnci zayıflatan, insanları birbirinden uzaklaştıran ve hatta insan ilişkilerini tamamen koparan sonuçlar doğurmaktadır. Bu yanlış bakış açısı, yaşanan imtihanın hikmetini kavrayabilmeyi engellemekte ve kişinin bundan kaynaklı derin bir manevi bir sarsıntı yaşanmasına neden olmaktadır.
Oysa Allah’ın ölümü yaratması, Kuran’da bildirildiği üzere bir sabır ve tevekkül imtihanıdır. Bu şuur açıklığıyla bakıldığında, ölümle karşılaşmak insanı umutsuzluğa değil; Allah’a daha güçlü bir yönelişe ve daha derin bir sevgiyle bağlanmaya davet eden hikmetli bir süreçtir.
☆ Televizyon ve Sosyal Medya Platformlarında öne çıkan feryat ve isyan eden insanların cenaze görüntüleri de, ölümün bir teslimiyet ve tefekkür vesilesi olarak değil; korku ve dehşet unsuru olarak yansıtılmasına yol açmaktadır. Özellikle gençlerde bu algı, ölümü “korkutucu ve tek taraflı bir kayıp” olarak algılamalarına neden olmakta ve onları imani bakış açısından uzaklaştırmaktadır.
Nitekim, bu algının güncel bir yansıması olarak, İngiltere’de yapılan YouGov araştırmasına göre, gençlerin %41’i kendi ölümü konusunda ciddi kaygı taşırken, %63’ü sevdiklerinin ölümüyle daha çok korkutulduklarını ifade etmektedir. Bu sonuçlar, ölümün Allah’ın takdiriyle gerçekleşen, sabır ve teslimiyetle karşılanması gereken bir hakikat olduğu gerçeğinin unutulup; korku ve ümitsizlik kaynağı olarak görüldüğünü göstermektedir.
Buraya kadar yer verilen bilimsel veriler, ölümün yanlış yorumlanmasının toplum üzerinde ne denli yıkıcı etkiler doğurduğunu açıkça göstermektedir. Yakınlarını kaybeden insanların büyük kısmında depresyon, travma sonrası stres ve uzamış yas gibi rahatsızlıkların görülmesi; bu insanların, ölümü Allah’ın takdiriyle gerçekleşen kaderin bir parçası olarak değil, acı verici bir son olarak algıladığının bir göstergesidir. Bu tablo, insanın imanla güçlenmediği her durumda, ölümün psikolojik açıdan bir çöküşe ve toplum genelinde manevi çözülmeye yol açtığını kanıtlamaktadır.
Oysa insanın kalbine, Kuran’da bildirildiği şekilde sabır, tevekkül ve teslimiyet yerleştiğinde; ölüm korku değil, ebedi bir kavuşmanın başlangıcı olarak görülür. Kuran’da şöyle buyrulmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına (ahirete) ne hazırladığına baksın.” (Haşr Suresi, 18)
Ölümü İmanla Karşılamak
Ölüm karşısında gösterilecek en doğru tavır, Allah’ın takdirini tevekkül ve sabırla karşılamaktır. İnsan, doğumda nasıl Allah’a hamd ediyorsa, ölümde de aynı teslimiyeti göstermelidir. Mümin Allah’ın yarattığı her şeyde hayır olduğunu bilir. Sevdiklerinin cennete gitmesi, aslında ebedi bir kavuşmanın bir başlangıcıdır. Bu şuur, insanın kalbine huzur ve manevi kuvvet verir. Hem kişinin imanını güçlendirir hem de çevresindeki insanlara karşı da örnek bir sabır ahlakı sergilemiş olur.
SONUÇ VE TALEP:
Allah Kuran ayetleri ile, hayat gibi, ölümü de bir hikmet ve imtihan vesilesi olarak görmemizi; sabır, tevekkül ve teslimiyet ile karşılamamızı emretmektedir.
Bu bakış açısından uzaklaşılması; insanların manen sarsılmasına, ruhen çökmesine ve ölümle ilgili yanlış inançlar geliştirmelerine yol açmaktadır. Ölümün bir yokluk değil, Allah’a dönüş olduğuna dair Kurani şuur yaygınlaştırılmadıkça, insanlar bu tür musibetler karşısında yıpranmaya ve çöküşe açık hale gelmektedir.
Bu bağlamda, müvekkilin; ölüm karşısında toplumda sergilenen tavırların İslam’ın sabır ve tevekkül ahlakıyla değerlendirilmesinin önemine dair görüşlerini saygılarımızla Sayın Mahkemenizin takdirine sunarız. 23.11.2025
Adnan Oktar Müdafii Av. Mert Zorlu