İSTANBUL 1. AĞIR CEZA MAHKEMESİ’NE

DOSYA NO            : 2024 /60

SUNAN                  : Adnan Oktar

MÜDAFİİ               : Av. Mert Zorlu

KONU                   : Müvekkil Adnan Oktar’ın, Kuran’a uygun bir hayat yaşayan arkadaş grubunu dağıtmak amacıyla uygulanan baskıların, aksine onların Kuran’a ve birbirlerine olan bağlılıklarını daha da güçlendirdiğini; yaşadıkları tüm bu sürecin ise Kuran’da bildirilen ve her samimi Müslümanın karşılaşabileceği imtihanlara benzer nitelikte olduğunu ifade ettiği düşüncelerinin Sayın Mahkemenize sunulmasıdır.

AÇIKLAMALAR     :      

Müvekkil Adnan Oktar ve arkadaşları, 2018 yılından bu yana devam eden yargılanma süreci boyunca, kendilerine yönelik kurulan kumpasın asıl amacının ‘bu arkadaş topluluğunu dağıtmak ve yürüttükleri faaliyetlerini durdurmak’ olduğunu anlatmaktadırlar.

Müvekkil, arkadaş grubunu dağıtmak için kullanılan yöntemlerin son derece yanlış olduğunu; bu yöntemlerle; —iftira ve kumpaslarla kamuoyunda itibarsızlaştırma çabaları, haksız tutuklamalar, mal varlıklarına el konulması, uzak yerlere sürgün edilerek ailelerinden ve sevdiklerinden koparılmaları gibi uygulamalarla— arkadaşlarını dağıtamadıkları gibi, aksine bu haksız ve hukuksuz baskıların onları birbirlerine daha da kenetlediğini ifade etmektedir.

Müvekkil, inancı gereği dünya hayatını bir imtihan yeri olarak görmekte; yaşanan her olayın Kuran’da bildirilen örneklerle benzerlik taşıdığına ve her şeyin Allah’ın takdiriyle gerçekleştiğine inanmaktadır. Geçmişteki tüm iman sahiplerinin benzer sınavlarla karşılaştıklarını, bunun Allah’ın tarih boyunca asla değişmeyen bir kanunu olduğunu düşünmekte ve bu gerçeğe aşağıdaki ayeti delil göstermektedir:

Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler “Allah'ın yardımı ne zaman?” dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır. (Bakara Suresi, 214)

 

ÖNEMLİ BİR HUSUS:

Müvekkil Adnan Oktar’ın tarih boyunca yaşamış iman sahibi topluluklarla günümüzdeki benzerliklerine dair düşüncelerini, Kurani delilleriyle ortaya koymadan önce şu önemli hususu açıklamakta fayda vardır:

Müslümanların, geçmiş peygamberler ve müminlerle benzer imtihanlar yaşaması, Kuran’da bildirilen Allah’ın adetullahının bir gereğidir. Dolayısıyla müvekkil ve arkadaşlarının da benzer sınavlarla karşılaşmaları, yalnızca onların peygamberlerin sünnetini yaşayan samimi müminlerden olabileceklerinin bir işareti olarak değerlendirilmelidir.

BÖLÜM 1 - TARİH BOYUNCA PEYGAMBERLERE VE İMAN EDENLERE YÖNELTİLEN İFTİRALAR

  • Yalancılıkla Suçlanmaları
  • Büyüklük Taslamakla İtham Edilmeleri
  • Delilikle İtham Edilmeleri
  • Sihirbazlık ve Kahinlikle Suçlanmaları
  • Hırsızlıkla Suçlanmaları
  • Cinsel İftiralara Maruz Kalmaları
  • İçlerinden Ayrılanların Tuzak ve İftiraları
  • Baskı Altına Alma, Gözetim Altında Tutma ve Tutuklama Girişimleri
  • Sürgünle Tehdit Edilmeleri
  • Kumpaslarda Görevlendirilen İşbirlikçilerin Önceden Ayarlanması’
  • Tuzak Kuranların Yakın Çevrelerinden Destek Almaları
  • Sahte Deliller ve Rol Yapan Yalancı Tanıklar Ayarlanması
  • Kamuoyu Önünde İtibarsızlaştırma Çabaları
  • Karalama Kampanyaları ve Algı Operasyonları Yürütülmesi
  • Alaycı Üslup, Psikolojik Saldırılar ve Hileye Başvurmaları
  • Sahte Delillere Rağmen Ceza Verilmesi
  • Cezanın Önceden Belirlenmiş Olması
  • Ölümle Cezalandırılmak İstenmeleri
  • Mallarına El Konulma Kararı Alınması
  • Etkili Savunmalarla İftiraların Çürütülmesi
  • Fiziksel Saldırı ve Eziyetlere Maruz Kalmaları
  • İftira ve Saldırıların Gerçek Nedeni: İnananları Çıkarlarına Yönelik Tehdit Olarak Görmeleri

BÖLÜM 2 - BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ VE TALEBELERİNİN YAŞADIKLARI ZORLUKLAR

Bediüzzaman Said Nursi’nin İlmi ve İslami Mücadelesi

  • Bediüzzaman’ın Fikri Mücadelesine Yönelik İlk Tepkiler ve Takibat
    • Deli Denilerek Akıl Hastanesine Gönderilmesi
    • İngilizlerin Düşmanlığı ve Hutuvat-ı Sitte
  • Mehdilik İddia Etmekle Suçlanması
  • Cezaevinde Uygulanan Tecrit ve Hukuksuz Koşullar
  • Bediüzzaman’ın ‘Gizli Örgüt Kurmak’la, Talebelerinin ise ‘Örgüte Üye Olmak’la Suçlanması
    • İmzasız Mektup Komplosu
    • Menfaat Sağlamak İçin Dini Kullandığı İddiası
    • Birbirlerine Kardeş Gibi Sahip Çıkmalarının “Örgütsel Yapı” Olarak Değerlendirilmesi
  • Beraat Aldığı Davalardan Aynı Asılsız Suçlamalarla Tekrar Yargılanması
  • Gerçek Suç Örgütlerine Bile Yapılmayan Ağır Muamelelere Maruz Kalmaları
  • Tutuklanan Talebelerin Zorla İtirafçı Yapılmak İstenmesi ve Bediüzzaman Aleyhinde Beyanda Bulunmaya Zorlanmaları
  • Dini Sapkınlık İçerisinde Olmakla Suçlanmaları
  • Atılan İftiralara Dayanak Oluşturmak İçin Kurgulanan Komplolar
    • İçki Komplosu
    • Kadın ve Cinsellik Komplosu
    • Görevlendirilen Genç Kızlarla Talebelere Tuzak Kurma Girişimi
  • Basın Yoluyla Algı Operasyonu ve Karalama Kampanyası Yapılması
  • Suç Delili Olmadan Keyfi İddialarla Suçlu İlan Edilmeleri
  • El Konulan Kitapların Yakılarak İmha Edilmesi
  • Suç Olmayan Unsurları Delil Gibi Göstererek İddianamenin Şişirilmesi
  • Yeterli Süre Verilmeyerek Savunma Hakkının Kısıtlanması
  • Sanık Avukatlarının Tutuklanmasıyla Savunmanın Engellenmesi
  • Adli Sicil Kayıtları Tertemiz Olan İnsanların ‘Devletin Güvenliğine Tehdit’ Olarak Gösterilmeleri
  • Cezaevlerindeki İnsanlık Dışı Koşullar ve Tecrit Politikası
  • Geçim Kaynaklarının Suç Sayılması ve ‘Örgüt Geliri’ İddiası
  • Afyon İddianamesindeki Suç İsnatları ve Hata-Savab Cetveli

1- TARİH BOYUNCA PEYGAMBERLERE VE İMAN EDENLERE YÖNELTİLEN İFTİRALAR

Allah’ın dinini samimi bir şekilde yaşayıp insanlara tebliğ etmeye çalışan her insan, Kuran’da haber verilen çeşitli imtihanlarla karşılaşmıştır. Bu durum, Allah’ın Kuran’da “Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?... (Bakara Suresi, 214) ayetiyle bildirdiği bir gerçektir.

Kuran ayetlerinde iman edenlere atılan iftiralara ve onları güya itibarsızlaştırmak için söylenen sözlere sıklıkla yer verilmiştir. Bu iftiralardan bazıları şu şekildedir:

  • Dini değiştirdikleri iddiası (A’raf Suresi, 70)
  • Toplumda bozgunculuk çıkardıkları iftirası (A’raf Suresi, 127)
  • Menfaat ve üstünlük peşinde oldukları suçlaması (Müminun Suresi, 24)
  • Sihir ve büyü ile (iradeyi fesada uğratan yöntemlerle) insanları etkiledikleri iddiası (Taha Suresi, 57)
  • Şaşırmışlık ve sapkınlık iftirası (A’raf Suresi, 60)
  • Azgınlıkla itham edilmeleri (Necm Suresi, 2)
  • Zorbalıkla suçlanmaları (Kasas Suresi, 19)
  • Yalancılıkla itham edilmeleri (Sad Suresi, 4)
  • Her söze kulak kabartmakla ve casuslukla suçlanmaları (Tevbe Suresi, 61)
  • Hırsızlıkla suçlanmaları (Yusuf Suresi, 77)
  • Cinsel saldırı suçlaması (Yusuf Suresi, 25)
  • Sığ görüşlü olmakla itham edilmeleri (Hud Suresi, 27)
  • Uğursuzluk getirdikleri suçlaması (A’raf Suresi, 131)
  • Akli yetersizlik iftirası (A’raf Suresi, 66)
  • Deli olduklarının söylenmesi (Mü’minun Suresi, 25)
  • Cinlenmiş olmakla itham edilmeleri (Hicr Suresi,6)
  • Aşağı sınıftan olduklarının söylenmesi (Zuhruf Suresi, 52)
  • İffetli mümin kadınlara atılan iftiralar (Nisa Suresi, 156)

Tarih boyunca tüm Müslüman topluluklara bu kadar çok sayıda suçlama yöneltilmesinin amacı, iman edenlerin bir iftiradan aklansalar dahi başka bir iftirayla suçlanmalarını ya da bir tuzaktan kurtulsalar bile başka bir tuzağa düşmelerini sağlamaktır.

Kuran’da, iman edenlere kurulan kumpas ve tuzaklar; bu tuzakları kuranların psikolojik durumları; kamuoyu önünde yapılan sorgulamalar, sorgucuların tavırları, yöneltilen ithamlar ve bu ithamlara karşı yapılan savunmalar; ortaya konulan deliller, gösterilen şahitler, hükmedilen cezalar ve hatta yakalama şekilleri dahi ayrıntılı olarak bildirilmektedir.

Müminlerin karşılaşacağı bu tür durumlara dair benzer anlatımlar, Zebur, Tevrat ve İncil gibi önceki kutsal kitaplarda ve Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde de yer almaktadır.

Tüm bu yaşananlar ve bu iftiralar karşısında iman edenlerin içerisinde bulundukları durumlardaki benzerliklere dair örneklerden bazıları şöyledir: 

  • Yalancılıkla Suçlanmaları

Kuran’da bildirildiği üzere, neredeyse bütün peygamberler yalnızca Allah’ın hak dinini tebliğ ettikleri için yalancılıkla itham edilmişlerdir. Bu ithamlar, gerçekte inkarcıların kendi konumlarını korumak, halk üzerindeki nüfuzlarını sürdürmek ve toplumsal menfaat düzenlerini bozmamak amacıyla uydurdukları asılsız iddialardır.

Örneğin Hz. Muhammed (sav), yaşadığı toplum tarafından “el-Emin” yani güvenilir kişi olarak tanındığı halde, yalnızca tevhid inancını ve Allah’ın dinini tebliğ ettiği için yalancılıkla suçlanmıştır. Oysa tüm hayatı boyunca doğruluk, sadakat ve erdemin timsali olmuştur. Kuran’da, asıl bu iftirayı ortaya atan kimselerin zan ve tahmin ile yalan söyledikleri bildirilmiştir:

“…De ki: "Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak "zan ve tahminle yalan söylersiniz." (Enam Suresi, 148)

Yalancılık iftirası sadece Hz. Muhammed (sav)’e yöneltilmemiştir. Kuran’da, aynı iftiranın pek çok peygamber için tekrarlandığı belirtilmiştir. Örneğin:

Hz. Hud:

Ad kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladılar. (Şuara Suresi, 123)

“Kavminin önde gelenlerinden inkar edenler dediler ki: ‘Gerçekte biz seni bir delilik içinde görüyoruz ve biz senin yalancılardan olduğunu düşünüyoruz.’” (A’raf Suresi, 66)

Hz. Nuh:

Nuh kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladılar.” (Şuara Suresi, 105)

“Bu dediklerin eskilerin yalanlarından başka bir şey değildir.” (Şuara Suresi, 137)

Hz. Salih:

“Semud kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladı.” (Şuara Suresi, 141)

“(Dediler ki: Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır. (Kamer Suresi, 25)

Hz. İbrahim ve Hz. Lut:

(Resûlüm) Seni yalancı sayıyorlarsa bil ki, onlardan önce Nuh kavmi, Ad, Semud, İbrahim kavmi, Lut kavmi ve Medyen halkı da peygamberlerini yalancı saymış ve Musa da yalanlanmış. (Hac Suresi, 42 - 43)

Lut kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladı. (Şuara Suresi, 160)

Hz. Şuayb:

“Eyke halkı da peygamberleri yalancılıkla suçladı.” (Şuara Suresi, 176)

Peygamberlere yöneltilen yalancılık suçlaması, tarih boyunca hakkı ve hakikati kabullenmek istemeyen kimselerin başvurduğu ortak bir taktik olmuştur. Bu suçlamalar, birçok peygambere olduğu gibi onların beraberlerindeki müminlere de yöneltilmiştir. Hak sözü dile getiren her mümin, belirli bir çevre tarafından mutlaka yalancılıkla itham edilmiştir. Allah bu durumun inkar edenlerin tarihin başlangıcından bu yana süregelen bir  yöntemi olduğunu şu sözlerle haber vermiştir:

“(Ey Resulüm!) Eğer seni yalanlıyorlarsa, bil ki senden önce de apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitaplar getiren peygamberler yalanlanmış.” (Al-i İmran Suresi, 184)

“Onlara Rahman olan Allah’tan ne zaman yeni bir öğüt gelse, mutlaka ondan yüz çevirirler. Üstelik ona: ‘Bu uydurmadır’ derler...” (Enbiyâ Suresi, 2–3)

Ve elbette, onların: ‘Doğrusu bir adamdır ki, yalan uydurmuş, onu Allah’a isnad etmiştir’ demeleri seni üzüyorsa, bil ki: Onlar seni değil, Allah’ın ayetlerini inkar ediyorlar. (Enam Suresi, 33)

Ancak Allah, inkar edenlerin bu suçlamalarının boş birer zandan ibaret olduğunu, inkarcıların bu sözlerinin hiçbir değeri olmadığını bildirmiştir. Nitekim zamanla hak her zaman ortaya çıkmış, yalan söyleyenle doğru söyleyen ayrılmıştır. Allah her defasında, peygamberlerini korumuş, Allah’ın yardımı her zaman doğrularla olmuştur. 

  • Büyüklük Taslamakla İtham Edilmeleri

İman edenlerin bazı çevrelerce düşman olarak görülmelerinin temel nedeni inançlarıdır. İnkar edenler bu inancı; yüzyıllardır süregelen geleneklerine, atalarından gelen kurulu düzenlerine yönelik ciddi bir tehdit olarak algılamış, bu nedenle de iman edenleri etkisiz hale getirmeye çalışmışlardır.

Hz. Nuh da tebliği sırasında benzer bir suçlamayla karşılaşmıştır. Kavminin önde gelenleri, onun kendilerine karşı üstünlük kurmak istediği yönünde ithamlarda bulunmuşlardır:

Bunun üzerine, kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki: "Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz." (Müminun Suresi, 24)

Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun da, Firavun’un ileri gelenleri tarafından ‘büyüklük taslamak’la ve halkı atalarının yolundan saptırmakla suçlanmıştır:

Onlar: "Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz" dediler. (Yunus Suresi, 78)

Dediler ki: "Bunlar her halde iki sihirbazdır, sizi sihirleriyle yurdunuzdan sürüp-çıkarmak ve örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu (dininizi) yok etmek istemektedirler." "Bundan ötürü, tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra gruplar halinde gelin; bugün üstünlük sağlayan, gerçekten kurtuluşu bulmuştur." (Taha Suresi, 63-64)

Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere, Allah’a iman edenlerin varlığı; toplumun çıkar sistemlerine dayalı yerleşik düzenine tehdit olarak görülmüş, bu yüzden de iman edenlerin tebliği türlü tuzaklarla engellenmek istenmiştir.

  • Delilikle İtham Edilmeleri

Peygamberler, tebliğ ettikleri hakikatler karşısında çaresiz kalan inkarcılar tarafından zaman zaman “delilik” ile de itham edilmişlerdir. Bu durum Kuran’da şöyle bildirilir:

 “Yahut: "Onda bir delilik var" mı diyorlar? Hayır, o, onlara hak ile gelmiş bulunmaktadır ve onların çoğu hakkı çirkin karşılıyorlar.” (Müminun Suresi, 70)

Bu tür ithamların asıl amacı, peygamberlerin samimiyetinden ve doğru sözlülüğünden kaynaklanan etkileyiciliği kırmaya çalışmak; onları toplum nezdinde itibarsızlaştırarak insanları hakkı anlatan mesajlarından uzak tutmaktır.

Hz. Musa da bu iftiraya maruz kalan peygamberlerden biridir. Hz. Musa'nın etkileyici ve doğru sözleri Firavun'u kızdırmıştır. Hz. Musa'nın etkileyici hitabeti ve güçlü delilleri karşısında çaresiz kalınca, Firavun onu hem delilikle suçlamış hem de açıkça hapse atmakla tehdit etmiştir:

(Firavun) Dedi ki: "Şüphesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz, gerçekten bir delidir." "Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan her şeyin de Rabbidir" dedi (Musa). (Firavun) dedi ki: "Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım." (Şuara Suresi, 27-29)

Bu ayetler, Firavun’un Hz. Musa’nın tebliğini engellemek amacıyla asılsız ithamlara başvurduğunu; onu psikolojik baskı ve tehdit yoluyla susturmaya çalışğını göstermektedir. Ancak Allah, her dönemde olduğu gibi bu kurulan tuzakları da bozmuş, Hz. Musa’yı ve onunla birlikte iman edenleri tüm bu iftiralardan temize çıkarmıştır.

  • Sihirbazlıkla ve Kahinlikle Suçlanmaları

Tarih boyunca hakikati tebliğ eden peygamberler, halkın önde gelen inkarcı ve menfaatperest kesimleri tarafından çeşitli yalanlarla karalanmaya çalışılmıştır. Peygamberlerin hak dine ve güzel ahlakı yaşamaya yönelik çağrıları toplumun yerleşik çıkar düzenlerini tehdit ettiği için onları itibarsızlaştırma girişimleri, iftira, akıl sağğını sorgulama ve doğaüstü güçler atfetme gibi yollarla da yapılmıştır.

Örneğin Hz. Muhammed (sav) husumet besleyen Mekke’nin ileri gelen müşriklerinden Velid b. Muğîre, Kuran’a sihir, Peygamberimiz (sav)’e ise sihirbaz demiştir.[1] Kuran’da müşriklerin bu iftiraları şöyle haber verilmiştir:

"Bu (Kur’an) dediler, başkalarının yazdığı bir sihirdir! Bu, insan sözünden başka bir şey değildir." (Müddessir Suresi, 24-25)

Ayrıca müşrikler, Hz. Peygamber (sav)’i kimi zaman kâhin, kimi zaman şair, kimi zaman da akli yetersizlikle itham etmeye kalkışmışlardır.[2] Ancak Yüce Allah, bu ithamlara karşı vahiyle cevap vererek Peygamber (sav)’in tüm bu sözlerden münezzeh olduğunu belirtmiş ve Onun Allah’ın nimeti ile elçilik makamına eriştiğini bildirmiştir:

Şu halde sen, öğüt verip-hatırlat; çünkü sen, Rabbinin nimetiyle ne kahinsin, ne mecnun. (Tur Suresi, 29)

(O Kur’an,) bir şairin sözü değildir. Siz pek az inanıyorsunuz. Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz. O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. (Hâkka Suresi, 41–43)

Bu tür ithamlar sadece Hz. Muhammed (sav)’e değil, daha önceki peygamberlere de yöneltilmiştir. İnkar eden topluluklar, hak sözü dile getiren elçileri çoğu zaman deli, büyücü veya şair gibi göstermeye çalışarak halkın onlara olan güvenini kırmaya çalışşlardır.

Örneğin Firavun ve kavmi, Hz. Musa’nın getirdiği apaçık mucizeleri bile sihir olarak nitelemiş, onu ve kardeşi Harun’u sihirbaz olmakla suçlamıştır:

“(Firavun:) ‘Bu, doğrusu bilgili bir sihirbazdır! Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor, sihriyle!’ dedi.” (Şuara Suresi, 34–35)

Kahinlik, delilik ve sihirbazlıkla itham edilmek, peygamberlerin hakikati tebliğ etmesine karşı tarih boyunca sürdürülen değişmeyen bir iftira taktiğidir. Ancak bu tür ithamlar, gerçeği değiştirmemiştir; çünkü Allah, elçilerini daima korumuş ve onların doğruluğunu tüm delilleriyle birlikte ortaya çıkarmıştır. Peygamberler ve beraberlerindeki müminler ise, iftiralara rağmen sabretmiş, tebliğlerine devam etmiş ve Allah’ın izniyle batıla karşı üstün gelmişlerdir

  • Hırsızlıkla Suçlanmaları

Peygamberler son derece güzel ahlaklı, helal haram ayrımına büyük özen gösteren ve dürüstlükleriyle tanınan insanlardır. Buna rağmen, çeşitli iftiralarla ve asılsız suçlamalarla sınanmışlardır.

Daha önce hayatlarında hiçbir suç işledikleri duyulmamışken Allah’ın dinini tebliğ etmeye başlamalarıyla birlikte; cinsel saldırıdan ülkede bozgunculuk çıkarmaya, delilikten yalancılığa kadar birçok iftiraya maruz kalmışlardır. Bu gerçekdışı ithamlardan biri de hırsızlık suçlamasıdır.

Kuran’da Hz. Yusuf’un, son derece dürüst ve güvenilir biri olmasına rağmen, üvey kardeşleri tarafından haksız yere hırsızlıkla itham edildiği şu şekilde bildirilmiştir:

Dediler ki: "Şayet çalmış bulunuyorsa, bundan önce onun kardeşi de çalmıştı." Yusuf bunu kendi içinde saklı tuttu ve bunu onlara açıklamadı (ve içinden): "Siz daha kötü bir konumdasınız" dedi. "Sizin düzmekte olduklarınızı Allah daha iyi bilir." (Yusuf Suresi, 77)

Bu ayette açıkça görüldüğü üzere, iftira atanlar hem gerçekleri çarpıtmakta hem de kendi geçmişlerini unutarak suçlamada bulunmaktadır. Hz. Yusuf ise bu ithama sabırla karşılık vermiş, gerçeklerin Allah Katında bilindiğine güvenmiştir.

Sonuç olarak Allah’ın adaletiyle, bu uydurma suçlamalar boşa çıkmış, her iftirada olduğu gibi Allah hakikati ortaya çıkarmıştır.

  • Cinsel İftiralara Maruz Kalmaları

Peygamberlere tarih boyunca atılan pek çok farklı iftira arasında en dikkat çekenlerden biri de cinsellikle ilgili olanıdır.

Bu yöndeki ithamların her dönemde iftira aracı olarak kullanılmasını cazip kılan iki temel sebep vardır: Birincisi, bu tür bir iddianın ortaya atılmasının kolay, ancak aksinin ispatının son derece güç olmasıdır. İkincisi ise, bu tür ithamların toplumun hassas sinir uçlarına doğrudan etki etmesi ve hızlıca infial uyandırabilmesidir.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), hem Mekke’nin ileri gelenleri hem de sonradan münafık oldukları anlaşılan bazı kişiler tarafından bu tür bir iftiraya maruz bırakılmıştır. Bu iftirayı ortaya atanlar, eşleri üzerinden Peygamberimiz (sav)’i sapkınlıkla itham etmiş (Peygamberimiz (sav)’i tenzih ederiz); Yüce Allah ise bu mesnetsiz ithama şu ayetle cevap vermiştir:

Sahibiniz (arkadaşınız olan peygamber) sapmadı ve azmadı.” (Necm Suresi, 2)

Benzer şekilde Hz. Yusuf da cinsellikle ilgili iftiraya maruz kalan peygamberlerdendir. Kuran’da Hz. Yusuf’un, evinde kaldığı Aziz’in karısı tarafından arzu edildiği şöyle anlatılmıştır:

Evinde kalmakta olduğu kadın, ondan murad almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak: "İsteklerim senin içindir, gelsene" dedi. (Yusuf) Dedi ki: "Allah'a sığınırım. Çünkü o benim efendimdir, yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez." (Yusuf Suresi, 23)

Hz. Yusuf’un kadının bu teklifini reddetmesi üzerine, kadın Hz. Yusuf’a iftira ederek onun zindana atılmasını sağlamış; fakat sonrasında iftiraya karışan diğer kadınların da tanıklığıyla, kurulan kumpas ortaya çıkmıştır. Kadınlar, vezirin karısıyla birlikte kendilerinin de Hz. Yusuf’u arzuladıklarını ve ondan hiçbir kötülük görmediklerini itiraf etmişlerdir. Bu olay Kuran’da şöyle haber verilmiştir:

(Hükümdar topladığı o kadınlara:) "Yusuf'un nefsinden murad almak istediğinizde sizin durumunuz neydi?" dedi. Onlar: "Allah için, haşa" dediler. "Biz ondan hiçbir kötülük görmedik." Aziz (Vezir)in de karısı dedi ki: "İşte şu anda gerçek orta yere çıktı; onun nefsinden ben murad almak istemiştim. O ise gerçekten doğruyu söyleyenlerdendir." (Yusuf Suresi, 51)

  • İçlerinden Ayrılanların Tuzak ve İftiraları

Tarih boyunca peygamberlerin karşılaştığı imtihanlardan biri de, başlangıçta onların yanında görünen fakat daha sonra yollarını ayırarak iftiralarla, bozgunculukla ve çarpıtılmış söylemlerle onları hedef alan kimselerin varlığı olmuştur. Bu kişiler çoğu zaman müminlerin arasına fitne sokmak, onları birbirlerinden ayırıp dağıtmak ve gerçek dışı ithamlarla yaşadıkları toplumda onları sapkın ve kötülük yapan insanlar gibi tanıtabilmek amacıyla hareket etmişlerdir.

Kuran’da bu insanların samimiyetsizlikleri ve iman edenlere yönelik kumpas planları şöyle haber verilmiştir:

Zarar vermek, inkarı (pekiştirmek), müminlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah'a ve elçisine karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve: "Biz iyilikten başka bir şey istemedik" diye yemin edenler (var ya,) Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şahitlik etmektedir. (Tevbe Suresi, 107)

Bu olay yalnızca Hz. Muhammed (sav) dönemine özgü bir durum değildir. Bu ayet tüm Müslümanlara, ‘Dırar Mescidi’ örneğinde olduğu gibi kendilerini mümin gibi gösteren kimi insanların, gerçekte dine ve iman edenlere zarar vermeyi amaçladıklarını haber vermektedir.

Nitekim Samiri örneğinde olduğu gibi, Hz. Musa’nın kavminden de insanları doğru yoldan saptırmak için çeşitli yalanlara ve iftiralara başvuran kimseler çıkmıştır. Aynı şekilde Kuran’da, Hz. İsa’ya iman ettikten sonra onu inkar eden ve onun hakkında yalanlar uyduranların varlığı ve Allah Katında lanetlendiği bildirilmiştir.

Bu örnekler, inkar edenlerin iman edenlere yönelik iftira ve kumpas faaliyetlerinde yalnız olmadıklarını; Müslümanlar arasından çıkan samimiyetsiz kimselerin, sinsi saldırılarıyla onlara destek verdiklerini göstermektedir. Ancak bu planlar hiçbir zaman bir başarıya ulaşamamıştır. Allah’ın koruması ve hakka bağlı müminlerin sabrı sayesinde, hakikat her defasında galip gelmiştir.

  • Baskı Altına Alma, Gözetim Altında Tutma ve Tutuklama Girişimleri

Kuran’da anlatılan kıssalar incelendiğinde, peygamberlerin ve samimi müminlerin tarih boyunca çeşitli iftira ve tuzaklarla baskı altına alındıkları, gözetim altında tutuldukları, takip edildikleri, haksız yere tutuklandıkları ve hatta sürgün edilmeye çalışıldıkları görülmektedir.

İnkar edenler, hak dini tebliğ ederek adaleti ve güzel ahlakı hakim kılmak isteyen ve kendi çıkar sistemlerini tehdit eden gerçeklere karşı koyabilmek için sinsice tuzaklar kurarak bu kişileri susturmak istemişlerdir.

Ancak bu müdahaleler, iman edenler gerçekten suçlu oldukları için değil; kendilerine tuzak kurulduğu, iftira atıldığı veya engellenmek istendikleri için uygulanmıştır.

Örneğin Hz. Nuh’un uğradığı baskı, Kamer Suresi’nde şöyle aktarılır:

“… Böylece kulumuz (Nuh)u yalanladılar ve: “Delidir” dediler. O 'baskı altına alınıp engellenmişti.'” (Kamer Suresi, 9)

Hz. Nuh’un baskı altına alınıp faaliyetlerinin engellenmesi gibi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) de İslam’ı insanlara anlattıkça, inkar edenlerin benzer tavırları ile karşılaşmış; Mekke’nin önde gelenlerinden ciddi baskılar görmüştür. İftira ve karalama çabaları sonuç vermeyince, peygamberin etkisini kırmak için kendilerince daha etkili gördükleri hapis, öldürme, sürgün gibi yöntemlere başvurmaya karar vermişlerdir. Kuran'da, Peygamberimiz (sav) için hazırlanan bu kumpas faaliyetleri şöyle haber verilmiştir:

Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. (Enfal Suresi, 30)

Hz. Yusuf’un yaşadıkları da, bu durumun en bilinen örneklerindendir. Yanında kaldığı vezirin karısı tarafından iftiraya uğrayan Hz. Yusuf, aleyhinde hiçbir delil olmaksızın, haksız yere hapse atılmıştır:

“… Kadın dedi ki: 'Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan veya acıklı bir azaptan başka ne olabilir?'” (Yusuf Suresi, 25)

“Sonra onlara, bir süre onu zindana atmaları uygun göründü.” (Yusuf Suresi, 35)

Aynı şekilde Firavun da Hz. Musa’yı kavmine hak dini tebliğ etmesinden dolayı tutuklayıp hapse atmakla tehdit etmiştir:

(Firavun) dedi ki: "Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım." (Şuara Suresi, 27-29)

Bu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki; inkarcılar peygamberlere ve beraberlerindeki müminlere doğrudan bir suç isnat edemedikleri zaman, onları toplum önünde etkisizleştirmek için çeşitli komplo ve tuzaklara başvurmuşlardır. Ancak Allah her zaman peygamberlerini korumuş, onların hak dini tebliğlerini tamamlamaları için gerekli olan güvenliği sağlamış ve tuzak kuranların planlarını boşa çıkarmıştır:

Ona bir düzen (tuzak) kurmak istediler, fakat Biz onları daha çok hüsrana uğrayanlar kıldık. (Enbiya Suresi, 70)

  • Sürgünle Tehdit Edilmeleri

İnkar eden önderlerin peygamberlere ve onlara inananlara karşı başvurdukları yöntemlerden biri de, onları bulundukları topraklardan sürgün etme girişimidir. Bu girişimler genellikle dini tebliğin etkisini kırmak, halk üzerindeki olumlu tesirini yok etmek ve toplumsal düzenlerini tehdit eden bir hakikatin yayılmasını engellemek amacı taşımaktadır.

Kuran’da, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)'e karşı planlanan bu tür bir sürgün komplosu Enfal Suresi'nde açık bir şekilde bildirilmiştir:

Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlardı; Allah da bir düzen kuruyordu. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır. (Enfal Suresi, 30)

Sürgün tehdidi yalnızca Hz. Muhammed (sav)’e özgü değildir. Kuran’da, pek çok peygamberin kavimleri tarafından "topraklarından çıkarılmakla" tehdit edildiği örnekler yer almaktadır:

Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: 'Ey Şuayb! Andolsun, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya memleketimizden sürüp çıkaracağız ya da mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.' (A’raf Suresi, 88)

Benzer bir tehdit, Hz. Lut’a da yöneltilmiştir:

Kavminin cevabı yalnızca: ‘Lut’un ailesini şehrinizden sürüp çıkarın; çünkü onlar temiz kalmak isteyen insanlarş!’ demeleri oldu. (Neml Suresi, 56)

Bu ayetler, iman edenlerin yalnızca söyledikleri sözler nedeniyle değil, ortaya koydukları güzel ahlak, samimiyet ve doğru sözlülükleri, adalet anlayışları ve vicdanları nedeniyle de mevcut çıkar düzenlerini sarstıkları için sürgün edilmek istendiklerini göstermektedir. İnkarcılar, bu tür zorlayıcı yöntemlerle tarih boyunca tebliğin yayılmasını engellemeye çalışmış; ancak Allah her defasında müminleri korumuş ve sonuç hep inananların lehine olmuştur.

  • Kumpaslarda Görevlendirilen İşbirlikçilerin Önceden Ayarlanması

Dediler ki: "Bunu ve kardeşini oyala, şehirlere de toplayıcılar gönder, Bütün uzman-bilgin büyücüleri sana getirsinler." (Şuara Suresi, 36-37)

Ayetlerden anlaşılacağı üzere Hz. Musa’ya karşı Firavunla iş birliği yapan kişiler (toplayıcılar) vardır. Bunlar Hz. Musa ve kardeşi tutuklu iken onlara karşı kurulacak kumpasta kullanılacak kişileri ayarlamakla görevlidirler.

Hz. Musa ve Hz. Harun hemen halkın huzuruna çıkarılıp muhakeme edilmemiş, önce tutuklanmış; sonrasında da haklı çıkmaları ihtimalini ortadan kaldırmak için, işbirlikçiler vasıtası ile gerekli hileli düzen kurulana kadar bekletilmişlerdir.

Toplayıcıların bulduğu bu kişilerin vereceği destek ile Hz. Musa’ya karşı kurulan hileli oyunun başarıya ulaşacağı düşünülürken, beklemedikleri bir sonuç ortaya çıkmış ve Hz. Musa galip gelmiştir. Böylece herkes Allah'ın hak sözünün doğru olduğunu görmüştür. Allah’ın yardımı ve mucizesiyle Hz. Musa yeryüzünün o devirdeki kurulmuş en büyük kumpas düzenine karşı galip gelmiştir.

  • Tuzak Kuranların, Yakın Çevrelerinden Destek Almaları

İman edenlere tuzak kuranlar, kendi ideolojilerini paylaşan kesimlerin desteğini arkalarına aldıklarında, bu güç birliğiyle kesin olarak galip geleceklerini zannederler. Örneğin Firavun da Hz. Musa’ya karşı, yardımcısı Haman’ı ön plana çıkarıp güç gösterisinde bulunmaya çalışmıştır:

Firavun dedi ki: “Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa’nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.” (Kasas Suresi, 38)

Ayette de haber verildiği gibi Firavun, Hz. Musa’ya karşı çeşitli güç gösterilerinde bulunmuş; ancak ne Haman ne de kendisine destek veren diğer kişiler mağlup olmasına engel olabilmiştir. Çünkü Allah Kuran’da, iman edenlere kurulan tuzakların eninde sonunda mutlaka bozulacağını bildirmiştir:

Andolsun, elçilerimiz ve iman edenler mutlaka galip geleceklerdir. (Saffat Suresi, 171–172)

Şüphesiz Biz, elçilerimize ve iman edenlere dünya hayatında da, şahitlerin kalkacağı günde de yardım ederiz. (Mümin Suresi, 51)

  • Sahte Deliller ve Rol Yapan Yalancı Tanıklar Ayarlanması

Kuran’da Hz. Yusuf’un başından geçen iki tuzak anlatılmakta; her ikisinin de sahte delillere ve aldatıcı yöntemlere dayandığı bildirilmektedir. Bunlardan ilki Hz. Yusuf’u bir kuyuya atıp terk eden kardeşlerinin, babalarını onun öldüğüne inandırmak için, ‘gömleğini kana bulamaları’dır. Ayette ayrıca Hz. Yusuf’a tuzak kuran kardeşlerinin, babalarını kendilerinin doğru söylediklerine ve samimi olduklarına inandırmak için ‘yapmacık ve abartılı konuşmalar yaptıkları’ da haber verilmektedir:

Dediler ki: "Ey Babamız, gerçek şu ki, biz gittik, yarışıyorduk. Yusuf'u da yiyeceklerimizin (veya eşyamızın) yanında bırakmıştık. Fakat onu kurt yemiş. Ne var ki biz doğruyu söylesek bile sen bize inanacak değilsin." (Yusuf Suresi, 17)

Ve üzerine yalandan kan (sürülmüş) olan gömleğini getirdiler. "Hayır" dedi. Nefsiniz, sizi yanıltıp (böyle) bir işe sürüklemiş. Bundan sonra (bana düşen) güzel bir sabırdır. Sizin bu düzüp-uydurduklarınıza karşı (kendisinden) yardım istenecek olan Allah'tır." (Yusuf Suresi, 18)

Burada Hz. Yusuf’un kardeşlerinin, sadece sahte bir delil sunmakla kalmayıp, aynı zamanda yaptıkları yalancı tanıklıkla da babalarını ikna etmeye çalışmaları, tarih boyunca iman edenlere yönelik kurulan kumpaslarda benzer yöntemlerin sürekli tekrarlandığını; gerçeklerin çarpıtılarak müminlere zarar verilmeye çalışıldığını göstermektedir.

‘Sahte delillerle’ insanları etkileme çabasının bir diğer örneği Hz. Musa kıssasında yer almaktadır. Ayette Firavun’un Hz. Musa’ya karşı üstünlük sağlamak için sihirbazlar ayarladığı ve onların da gerçekte var olmayan şeyllerle insanları etkilemeye çalıştığı şöyle anlatılmaktadır:

(Musa:) "Siz atın" dedi. -sihirbazlar- (Asalarını) atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)

Bu örnekler, gerçekleri örtbas etmek isteyenlerin sadece sözlü iftiralarla değil; yanıltıcı görüntüler, psikolojik manipülasyonlar ve uydurma delillerle de insanları kandırmaya ve toplumları etkilemeye çalıştıklarını; ancak Allah’ın yardımıyla eninde sonunda bu oyunların boşa çıktığını göstermektedir.

  • Kamuoyu Önünde itibarsızlaştırılma Çabaları

Peygamberlere yönelik kurulan tuzakların ortak yönlerinden biri de ‘onları kamuoyu önünde küçük düşürme ve itibarsızlaştırma çabalarıdır. Bu durum, Firavun’un Hz. Musa’ya karşı uyguladığı ‘psikolojik baskı’ eylemlerinde çok açık bir şekilde görülür. Firavun, öncelikle Hz. Musa’nın kendi sarayında büyüdüğünü hatırlatarak kendince onu minnet altında bırakmak istemiş; aynı zamanda daha önce istemeden sebep olduğu bir olayı gündeme taşıyarak onu toplum nezdinde zor duruma düşürmeye çalışmıştır.

Hz. Musa ise bu psikolojik baskılara karşı, Kuran ahlakına uygun bir kararlılıkla ve teslimiyetle karşılık vermiştir. Kuran’da bu olay şöyle bildirilir:

(Gittiler ve Firavun:) Dedi ki: "Biz seni içimizde daha çocukken yetiştirip büyütmedik mi? Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirmedin mi? Ve sen, yapacağın işi (cinayeti) de işledin; sen nankörlerdensin."

(Musa) Dedi ki: "Ben onu yaptığım zaman şaşkınlardandım. Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım; sonra Rabbim bana hüküm (ve hikmet) verdi ve beni gönderilen (elçilerden) kıldı." (Şuara Suresi, 18-21)

Benzer şekilde, Hz. Yusuf kıssasında da, iman edenleri kamuoyu önünde küçük düşürme çabasının bir başka örneği görülmektedir. Hz. Yusuf’a yönelttiği cinsellik iftirasının ardından Aziz’in karısı onu hem hapse atmakla hem de toplum nezdinde küçük düşürmekle tehdit etmiştir. Kadının amacı yalnızca Hz. Yusuf’u cezalandırmak değil, aynı zamanda itibarını da zedelemek olmuştur:

Kadın dedi ki: "Beni kendisiyle kınadığınız işte budur. Andolsun onun nefsinden ben murad istedim, o ise (kendini) korudu. Ve andolsun, eğer o kendisine emrettiğimi yapmayacak olursa, mutlaka zindana atılacak ve elbette küçük düşürülenlerden olacak." (Yusuf Suresi, 32)

Bu örnekler, iman edenlere yönelik kamuoyu önünde küçük düşürme ve itibarsızlaştırma girişimlerinin tarih boyunca nasıl sistematik ve çok yönlü bir şekilde uygulandığını açıkça göstermektedir. Ancak Allah rahmetiyle onları tüm bu iftiralardan daima temize çıkarmıştır.

  • Karalama Kampanyaları ve Algı Operasyonları Yürütülmesi

Peygamberlere ve beraberlerindeki müminlere karşı  yürütülen kumpaslarda en yaygın kullanılan yöntemlerinden biri de onların toplum önünde itibarsızlaştırılması amacıyla yapılan ‘karalama kampanyaları’dır. Bu kampanyalar, doğrudan suçlamaların yanı sıra dolaylı yollarla, özellikle kamuoyunu etkileyen araçlar aracılığıyla da gerçekleştirilmiştir.

Örneğin Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) hakkında Mekke'nin önde gelen müşrikleri tarafından sistemli bir iftira ve karalama çalışması yürütülmüştür. Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi isimler bizzat halkın arasına karışarak peygamberin deli, sapkın, azgın olduğu yönünde propagandalar yapmış; Müslümanlar ise bu iddialara karşılık vererek, peygamberin doğruluğunu ve yüksek ahlakını savunmuşlardır.

Bu süreçte yalnızca Peygamberin düşmanları meydanlara çıkmakla yetinmemiş, sözlü propagandanın yanı sıra, dönemin ‘medya aracı’ sayılabilecek şiir’ de kullanılmıştır. O dönemde Arap toplumunda şiir, basın-yayın işlevi gören, halkı yönlendirme ve bilinç oluşturma gücü olan en etkili araçlardan biriydi. Bir kaynakta Hz. Peygamber (sav) döneminin şairlerinin etkisi şöyle anlatılmaktadır:

Şiir, kişi ve toplumu en çok etkileyen bir ifade şeklidir. Cahili Arap toplumunda şiir en az sihir ve büyü kadar insanlara tesir ederdi. O dönem için basın işlevi gören şiir sayesinde olaylar, iyilik, kötülük, kişisel hasletler, tahrikler, savaş tellallığı… ortaya konurdu. Şiir daha ziyade çirkin ve nefsi tahrik edici yönüyle ağır basan bir kuvvet olarak tesir alanı buluyordu.[3]

Bu etkinin farkında olan müşrikler, kendi şmanlıklarını şairler üzerinden topluma aktarmış, yazdırdıkları şiirleri Kâbe duvarlarına asarak veya panayırlarda bizzat seslendirip halka okuyarak insanları etkilemeye ve kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır. Bu yoğun ve sistematik karalama, halkta büyük bir önyargı oluşturmuştur. Gerçeklerden habersiz bazı insanlar iftiraya dayalı bu propagandalardan etkilenmiş ve bilgisizce peygambere düşmanlık taslar hale gelmişlerdir.

Kuran’da, dönemin medyası işlevi gören şairlerin yaptıkları bu yöntem Şairler ise; gerçekten onlara azgın-sapıklar uyar.(Şuara Suresi, 224) ayeti ile eleştirilmiştir:

Kuran ayetlerinde, iman edenlere kurulan tuzaklarda kullanılan medya etkisine bir örnek de Hz. Yusuf kısasında görülmektedir. Aziz’in karısının Hz. Yusuf ile birlikte olmak istemesi şehirde kadınlar arasında yayılmıştır. Şehirde kadınların bu olay üzerine kendi aralarında konuşmaları günümüz medyasında yapılanlar ile eşdeğerdir. Konu burada da delillerin değerlendirilip adil bir sonuç elde etmek için değil, dedikodu yaparak fitne üretmek mahiyetinde gelişmiştir:

Şehirde (birtakım) kadınlar: "Aziz (Vezir)'in karısı kendi uşağının nefsinden murad almak istiyormuş. Öyle ki sevgi onun bağrına sinmiş. Biz doğrusu onu açıkça bir sapıklık içinde görüyoruz." dedi. (Yusuf Suresi, 30)

  • Alaycı Üslup, Psikolojik Saldırılar ve Hileye Başvurmaları

Firavun Hz. Musa ile olan karşılaşmasında dürüst bir muhakeme yürütmemiştir. Hz. Musa ona açık ve kesin deliller sunarak tebliğde bulunmasına rağmen, Firavun mantıklı bir cevap vermek yerine, bozuk ve alaycı bir üslup takınmıştır. Kendince üstünlük kurmak amacıyla çevresindekilere bilmişlik taslamış, Hz. Musa’yı kendince küçük düşürmeye çalışmıştır. Kuran’da Firavun’un bu tavrı şöyle anlatılmıştır:

Firavun dedi ki: "Alemlerin Rabbi nedir?" Dedi ki: "Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir. Eğer 'kesin bilgiyle inanıyorsanız' (böyledir)." Çevresindekilere dedi ki: "İşitiyor musunuz?" (Musa:) Dedi ki: "O sizin de Rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da Rabbidir." (Şuara Suresi, 23-26)

Benzer şekilde Firavun, Hz. Musa’nın sosyal konumunu öne sürerek alaycı bir dille onu küçümsemeye ve toplum nezdinde değersizleştirmeye çalışmıştır:

'Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir.' (Zuhruf 52)

Tüm bu diyaloglar karşısında üstünlük sağlayamayan Firavun, psikolojik bir yenilgi içerisinde arkasını dönüp uzaklaşmıştır. Ardından da içinde bulunduğu bu zayıf durumu tersine çevirip sahte bir üstünlük kurabilmek için ise, ‘hileli bir plan yapma’ gereği duymuştur: 

Böylelikle Firavun arkasını dönüp gitti, hileli düzenini bir araya getirdi, sonra geldi. (Taha Suresi, 60)

  • Sahte Delillere Rağmen Ceza Verilmesi

Peygamberler ve iman edenler, haklarında yapılan suçlamalara dair sunulan delillerin sahte veya haksız olduğu ortaya çıkmasına rağmen, çeşitli baskılar ve önyargılar yüzünden adaletsizce cezalandırılmak istenmişlerdir. Bu durumun bir örneği de yine Hz. Yusuf kıssasında görülmektedir.

Kendisine kurulan tuzakta Hz. Yusuf’un iffetli davrandığı ve suçsuz olduğu açıkça ortaya çıkmış, ancak buna rağmen yine de mutlaka cezalandırılması istenerek haksız yere zindana atılmıştır.

Kuran’da Yusuf peygamber hakkında alınan bu kararın adaletsizliği şöyle haber verilmiştir:

Sonra onlarda (Yusuf'un iffetine ilişkin) delilleri görmelerinin ardından, mutlaka onu belli bir vakte kadar zindana atmak (görüşü)ağır bastı. (Yusuf Suresi, 35)

Hz. Yusuf’un yaşadığı bu olay, tarih boyunca insanların çeşitli çıkar hesapları veya baskılar sebebiyle, gerçeği bilmelerine rağmen adil olmayan kararlar alabildiklerini gösteren önemli bir örnektir.

  • Cezanın Önceden Belirlenmiş Olması

Firavun Hz. Musa’yı halkın önüne çıkarıp yargılayarak onlara sözde adil bir yargılama yapıldığı izlenimini vermeye çalışmıştır. Ancak asıl amacı adaleti sağlamak değil, Hz. Musa’yı etkisiz hale getirmek ve öldürmektir. Kuran’da Firavun’un gerçek niyeti şöyle aktarılmaktadır:

Firavun dedi ki: "Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum." (Mümin Suresi, 26)

Firavun, Hz. Musa’nın tebliğ ettiği hak dinin toplumda yol açabileceği değişimden duyduğu korkuyla, halkın önünde göstermelik ve sahte bir adil yargılama görüntüsü verirken, aslında çok öncesinde vermiş olduğu bir kararla peygamberi etkisiz hale getirmeye çalışştır. Bu durum, tarih boyunca inkar edenlerin gerçeklerin üzerini örtmek için adalet maskesi altında nasıl haksız cezalar vermeye yeltendiklerinin çarpıcı bir örneğini göstermektedir.

  • Ölümle Cezalandırılmak İstenmeleri

Kuran’da inkar edenlerin, samimi iman edenleri ölümle cezalandırmak istedikleri birçok ayette açıkça bildirilmiştir. Bu taleplerin sebebi ise, iman edenlerin herhangi bir suç işlemeleri değil, yalnızca Allah’a iman etmeleri ve hakikati savunan insanlar olmalarıdır.

Örneğin, Mümin Suresi’nde, Hz. Musa’nın hiçbir suçu olmamasına rağmen yalnızca “Rabbim Allah’tır” dediği için öldürülmek istendiği şöyle bildirilmiştir:

Firavun ailesinden imanını gizlemekte olan mümin bir adam dedi ki: "Siz, benim Rabbim Allah'tır diyen bir adamı öldürüyor musunuz?... (Mümin Suresi, 48)

Benzer şekilde, Hz. Yusuf da daha çocuk yaşta, öz kardeşleri tarafından kıskançlık ve nefret sebebiyle öldürülmek istenmiştir:

Öldürün Yusuf’u veya onu bir yere atıp bırakın ki, babanızın yüzü yalnızca size dönük kalsın. Ondan sonra salih bir topluluk olursunuz.” (Yusuf Suresi, 9)

Firavun’un Hz. Musa’yı öldürme planı ise bir başka ayette şöyle aktarılır:

Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.” (Mümin Suresi, 26)

Yine benzer şekilde, Hz. İbrahim de kavmi tarafından putlara karşı gelmesi ve yalnızca Allah’a iman etmesi nedeniyle ateşe atılarak öldürülmek istenmiştir. Ancak Allah onu mucizevi bir şekilde korumuş ve ateşi onun için bir rahmet ve güven ortamına dönüştürmüştür:

Dediler ki: 'Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın ve ilahlarınıza yardım edin.' Biz de dedik ki: 'Ey ateş, İbrahim'e karşı serinlik ve esenlik ol.'
(Enbiya Suresi, 68–69)

Bu ayetlerde bildirilen, inkarcıların müminleri haksız yere ölümle cezalandırma istemeleri; kalplerindeki derin nefreti, vicdansızlıklarını ve adalet anlayışından ne kadar uzak olduklarını açıkça gözler önüne sermektedir.

Ancak Hz. Musa, Hz. Yusuf ve Hz. İbrahim gibi elçiler, Allah’ın koruması sayesinde düşmanlarının tuzaklarından kurtulmuş, inkarcıların kurduğu kumpaslar nihayetinde boşa çıkmıştır.

  • Mallarına El Koyma Kararı Alınması

Hz. Peygamber (sav)’in tebliğ faaliyetlerinin toplumda geniş çapta yankı uyandırmaya başlaması ve İslam’a girenlerin sayısının artması, Mekke’nin ileri gelen müşriklerini ciddi şekilde rahatsız etmiştir. Bu durum karşısında Kureyşli liderler, Hz. Muhammed (sav) ve ona inananları etkisiz hale getirmek için örgütlü bir karar almışlardır. Aldıkları bu karar, mahkeme hükmüne benzer bir metin ile yazılı hale getirilmiş ve Kabe’nin duvarına asılarak resmiyet kazandırılmıştır.

Bu karar Hz. Peygamber ve yanındaki tüm iman edenleri kapsayacak şekilde bir boykot hareketi başlatmış, önce onlarla tüm alışveriş faaliyetleri kesilmiş ve mallarına el konmuştur. Üç yıl süren boykot döneminde Hz. Hatice’nin (dolayısıyla Hz. Peygamberin) ve Ebu Ebû Tâlib’in tüm servetleri tükenmiştir.[4]

Mekke’nin önde gelenlerinin bir araya gelerek aldıkları kararda, Hz. Peygamber (sav) kendilerine teslim edinceye kadar: “barış teklifini kabul etmemek, onlara acımamak, kız alıp-vermemek, mal alıp satmamak, konuşmamak, görüşmemek, evlerine girmemek” gibi hususlar yer alıyordu.[5]

Boykotun temel amacı, Hz. Peygamber (sav)’i Haşimoğulları’nın sağladığı korumadan çıkarmak ve ardından onu ortadan kaldırmaktı.[6] Bu süreç, Müslümanlar için yalnızca bir sosyal izolasyon değil, aynı zamanda ekonomik, fiziksel ve psikolojik bir kuşatma anlamına geliyordu.

Boykot sırasında Müslümanlar türlü işkence, taciz ve eziyetlere de maruz kalmışlardır. Müslümanlar, korunmak amacıyla Mekke’nin Şi‘bu Ebî Tâlib adı verilen dar bir vadisinde toplanmışlardır. Ancak bu bölge de Mekkelilerce kuşatılmış, yiyecek ve erzak girişine izin verilmemiş, adeta açlığa mahkum edilmişlerdir.[7] Ablukayı delerek Müslümanlara yiyecek gönderen Hişam b. Amr’ı fark eden Mekkeliler onu sorgulamışlar ve bir daha yapmaması için tehdit etmişlerdir.[8]

Bu dönemde açlık, hastalık ve baskı dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Ancak tüm baskılara rağmen imanlarından vazgeçmeyen sahabeler, Allah’ın dinine sadakatle bağlı kalmışlardır.

Tıpkı onlar gibi, hak yolda yürüyen her peygamber ve beraberindeki mümin topluluğu, zamanın inkarcıları tarafından benzer şekilde ekonomik, sosyal ve fiziksel kuşatmalara maruz bırakılmıştır. Ancak çok üstün bir ahlak sergileyerek inançlarında dirayet göstermişlerdir.

  • Etkili Savunmalarla İftiraların Çürütülmesi

Peygamberlere yöneltilen ithamlar temelsiz olduğu için, tüm suçlamalar peygamberler tarafından hikmetli ve akılcı cevaplarla kolaylıkla çürütülmüştür.  Bu durumun en dikkat çekici örneklerinden biri, Allah’a karşı kibirlenen Nemrut’a karşı Hz. İbrahim’in verdiği derin anlamlı cevaptır:

Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrahim'le tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim: "Benim Rabbim diriltir ve öldürür" demişti; o da: "Ben de öldürür ve diriltirim" demişti. İbrahim "Şüphe yok, Allah Güneş'i doğudan getirir, sen de onu batıdan getir" deyince, o inkarcı böylece afallayıp kalmış. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. (Bakara Suresi, 258)

Bu örnekte olduğu gibi, peygamberler her zaman Allah’ın ilhamıyla güçlü, akılcı ve hikmetli savunmalar yapmışlardır. Allah’a olan derin imanları, sözlerinin etkileyici olmasını sağlamış; kendilerine yöneltilen iddia, iftira ve saldırılar bu şekilde geçersiz kılınmıştır. Mallarına, güçlerine ve çevrelerinden aldıkları desteğe güvenen inkarcılar ise, iman sahipleri karşısında çaresiz kalmışlardır. Çünkü hakikati anlatan peygamberlerin karşısında, batıl inançlarının savunmasını yapabilmeleri mümkün değildir. Batıl olan daima dayanaksız olduğu için, inkar edenler de her zaman yenilmeye mahkum olmuşlardır.

Peygamberlerin hiçbiri bilim, felsefe ya da hukuk eğitimi almamıştır. Buna karşın kendileri hakkında öne sürülen iddialara karşı bir bilim insanı ya da bir hukukçunun gibi başarılı olmuşlardır. Bu gerçeğin bir delili de Hz. İbrahim’in kavmine karşı uyguladığı akıl dolu planda görülür.

Hz. İbrahim, kavminin taptığı putların hiçbir güce sahip olmadığını göstermek için, bu putların tümünü kırıp yalnızca en büyüğünü bırakmıştır. Kavmi, bu durumu sorgulamak üzere Hz. İbrahim’i getirerek ona şöyle sormuştur:

"Ey İbrahim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?" (Enbiya Suresi, 62)

"Hayır" dedi. "Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin." (Enbiya Suresi, 63)

Bu cevabıyla Hz. İbrahim, putların konuşma ve savunma gibi bir güçleri olmadığını ortaya koymuştur. O güne kadar bu taş parçalarının hiçbir gücü olamayacağını anlatan Hz. İbrahim’e inanmayan bu insanlar, onun bu hikmetli planı ile gerçeği kavramışlardır.

Hz. İbrahim'in kendisine yöneltilen suçlamaya verdiği cevaplarda dikkat çeken en önemli özellik, üstün aklıyla birlikte sergilediği samimiyet ve doğallıktır. Bu samimi ve akılcı tavır, sadece suçlamaları boşa çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda kavmini düşünmeye sevk etmiş, onları gerçekle yüzleştirmiş ve hakikatin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

  • Fiziksel Saldırı ve Eziyetlere Maruz Kalmaları

Kuran’da ve tarihi kaynaklarda, peygamberlerin yalnızca sözlü saldırılara değil, aynı zamanda doğrudan fiziksel saldırılara da maruz kaldıkları bildirilmiştir. Neredeyse tüm peygamberler önde gelen inkarcılar tarafından şehit edilmekle, hapsedilmekle veya işkenceye uğratılmakla tehdit edilmişlerdir. Üstelik çoğu zaman bu tehditler sözle kalmamış, fiili saldırılara dönüşmüştür. Bu durumu açıkça ortaya koyan ayetlerden biri Bakara Suresi'nde şu şekilde yer almaktadır:

Andolsun, biz Musa'ya kitabı verdik ve ardından peşpeşe elçiler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs'le teyid ettik. Demek, size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldüreceksiniz, öyle mi? (Bakara Suresi, 87)

Bu ayet, tarih boyunca gönderilen elçilerin yalnızca mesajlarıyla değil, şahıslarıyla da hedef alındığını; hatta sırf nefislerinin hoşlanmadığı hakikatleri dile getirdikleri için yalanlandıklarını ve öldürülmek istendiklerini açıkça ortaya koymaktadır. Bu durum, inkar edenlerin düşmanca tavırlarının ne denli ileri gidebildiğini ve bu tavrın tarih boyunca kesintisiz olarak sürdüğünü göstermektedir.

Örneğin, Hz. İbrahim, yalnızca inancından dolayı kavmi tarafından ateşe atılmıştır. Ancak Allah’ın emriyle ateş ona karşı serinlik ve esenlik olmuş; böylece ona zarar verememiştir:

(Nemrud ve kavmi) Dediler ki: 'Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu (İbrahim’i) yakın ve ilahlarınıza yardımda bulunun.

Biz dedik ki: ‘Ey ateş! İbrahim’e karşı serinlik ve esenlik ol.’ (Enbiya Suresi, 68-69)

Bu tür saldırılara maruz kalan elçilerden biri de Peygamber Efendimiz (sav)’dir. Hz. Muhammed (sav)’e yapılan eziyetleri ve öldürme girişimlerini ortaya koyan pek çok tarihi kayıt mevcuttur.

İslam Ansiklopedisi’nde “Ukbe b. Ebû Muayt” başlığı altında yer alan bazı örnekler, inkar edenlerin bu tutumunu açıkça gözler önüne sermektedir:[9]

  • Ukbe b. Ebû Muayt, Peygamberimiz (sav)’in kapısına pislik dökerek sürekli tacizde bulunmuş, bir defasında bu davranışı halası oğlu Tuleyb tarafından engellenmiştir.

(Ukbe b. Ebu Muayt) Resûlullah’a komşu idi ve onun kapısının önüne pislik atıyordu. Nitekim Hz. Peygamber iki kötü komşunun arasında bulunduğunu (Ebû Leheb ve Ukbe), onların pislik getirip kapısının önüne attıklarını söylemiştir. Bir defasında Ukbe sepetindeki pisliği dökerken Resûl-i Ekrem’in halası Ervâ’nın oğlu Tuleyb b. Umeyr onu görmüş ve sepeti elinden alıp kafasına çarpmıştı. 

  • Bir gün secdedeyken, Kâbe’de namaz kılmakta olan Peygamberimiz (sav)’in üzerine, Ebû Cehil’in teşvikiyle yeni doğum yapmış bir devenin işkembesi atılmıştır.

Başka bir gün Ukbe b. Ebû Muayt, Kâbe’nin yanında namaz kılmakta olan Resûl-i Ekrem’in üzerine secdeye gittiği sırada Ebû Cehil’in teşvikiyle yeni doğuran devenin etenesini (döl eşi, meşîme) attı.[10]

  • Yine başka bir gün secdede iken elbisesiyle boğulmaya çalışılmış, Hz. Ebû Bekir “Rabbim Allah’tır dediği için bir adamı mı öldüreceksiniz?” diyerek müdahale etmiş

Bir defasında da Abdullah b. Amr b. Âs’ın müşriklerin Hz. Peygamber’e yaptığı en ağır işkence olarak gördüğü saldırıyı gerçekleştirdi. Kâbe’nin yanında namaz kılan Resûlullah’ın yanına gitti ve secdeye vardığı esnada elbisesini boynuna dolayarak onu boğmaya çalış. Bunu gören Hz. Ebû Bekir, “Rabbinizden size deliller getiren bir kimseyi ‘Rabbim Allah’tır’ dediği için öldürecek misiniz?” diyerek ona engel oldu.[11]

  • Muhammed (sav), hac mevsiminde panayırlarda insanlara İslam’ı anlatırken, amcası Ebû Leheb, arkasından giderek kalabalığa onun atalarının dininden sapan bir yalancı olduğunu söylemiş ve attığı taşlarla Peygamber (sav)’in ayak bileklerini kanatmıştır.

Hz. Muhammed (sav) Mekke’de iken her yıl hac mevsiminde kurulan panayırlara giderek orada toplanmış bulunan Arap kabilelerine kendisinin Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini haber verir ve onları Allah’a; Allah’ın birliğine, yalnızca O’na kulluk etmeye çağırır; “La ilahe illallah”-Allah’tan başka ilah yoktur” diyenin kurtulacağını bildirirdi. İşte böyle bir çağrı esnasında Hz. Muhammed’in(sav) arkasından giden Mekke müşriklerinden biri olan amcası Ebu Leheb, orada toplanan kalabalığa O’nun baba ve atalarının dininden çıkmış bir yalancı olduğunu söylemiş, attığı taşlarla Hz. Peygamber’in ayak bileklerini yaralamış ve kanatmıştır.[12]

  • Taif’te taşlanarak uzaklaştırılmış ve vücudu kanlar içinde kalmıştır.
  • Hicret sonrası Uhud Savaşı’nda ise dişi kırılmış ve çeşitli yerlerinden yaralanmıştır.
  • İfk Hadisesi olarak bilinen olayda, ailesine ve özellikle eşi Aişe’ye yönelik iftiralarla da psikolojik yıpratma çabaları sürdürülmüş ve Hz. Aişe hakkında zina iftirası atılmıştır.

Peygamber sıradan insanların altından kalkamayacağı maddi ve manevî eziyetlere tabi tutulmuştur. Bununla da kalmamış, Taif’ten taşlanarak kan revan içinde kovulmuş,[13] doğduğu, havasını ve suyunu teneffüs ettiği, nihayet Allah’ın elçiliğine nail olduğu ilk göz ağrısı Mekke’den göç etmeye zorlanmıştır. Hicretten sonra Uhud savaşında dişleri kırılmış, çeşitli yerlerinden yaralanmıştır. Daha da önemlisi aile namus ve şerefine yönelik iftiralara maruz kalmış, eşi Hz. Aişe’ye zina isnadında bulunulmuştur. (İslam Tarihinde bu olay İfk (iftira) hadisesi adıyla anılır. 

Bir yüksek lisans tezinde ise Peygamberimiz (sav)’e yapılan fiili eziyetlerle ilgili şu bilgilere yer verilmiştir:[14]

  • Ebû Cehil, Peygamberimiz (sav) namaz kılarken kendince onu küçük düşürmek ve alay konusu yapmak amacıyla çevresindeki müşrikleri kışkırtmış, Peygamber’in üzerine pislik atılmasına neden olmuş

Hz. Peygamber Kâbe’nin yanında namaz kıldığı sırada Ebû Cehil ile arkadaşları da orada oturuyorlardı. Orada bir gün önceden kesilmiş devenin mezbaha pislikleri de duruyordu. Ebû Cehil yanındakileri kışkırtarak “Kim kalkıp şu devenin döl yatağını alıp Muhammed secdeye gidince omuzuna koyabilir?” dedi. Aralarında en bedbaht olan kalktı ve denileni yaptı. Müşrikler katıla katıla gülmeye başladılar

  • Müşrikler, Peygamberimiz (sav)’e topluca saldırarak onu boğmaya çalışş, bu esnada Ebû Bekir de şiddetli şekilde darbedilmiş ve saçları yolunacak kadar ağır bir fiziksel şiddete maruz kalmıştır.

Hz. Peygamber çıkageldi, hepsi birden O’na bakarak kalkıp etrafını sardılar, aralarından biri elbisesinin yakasından tutup çekiştirerek boğmaya çalış. Hz. Ebû Bekir’in kızı Ümmü Külsûm “O gün babamın saçlarını öyle yolmuşlardı ki, başında bazı yerler tamamen saçsız kalmış, açılmıştı” demiştir.[15]

Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber’e eziyet ve saygısız eylemlerde bulunmakla yetinmemişler, sonunda varlığını ortadan kaldırmaya yeltenmişlerdir. Bir gün, Ukbe b. Ebi Mu’ayt isimli müşrik, Kabe’de namaz kılmakta olan Allah elçisinin omuzlarından tutarak, elbisesini boynuna dolamış ve onu boğmak istemişti. Orada bulunan Hz. Ebu Bekir: “‘Rabbim Allah’tır’ dediği için bir adamı öldürüyor musunuz” diyerek ona engel olmuştu.[16]

  • Müşrikler, dinlerinden vazgeçmesi için Hz. Peygamber (sav)’e uzlaşma teklif etmiş; reddedilince hakaret ve eziyetlere başvurmuşlardır.

Hz. Peygamber Mekke’de Kabe etrafında insanları Allah’ın dinine davet ederken Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerinden Esed b. Abduluzza, Esved b. Muttalib, Velid b. Muğire, Umeyye b. Halef, As b. Vail ona ‘bir yıl kendilerinin putlarına tapmasını, bir yıl da kendilerinin onun ilahına tapacakları’ şeklinde bir teklifte bulunmuşlar, o ise bu teklifi kabul etmemiş, onlara Kafirun suresini okuyarak cevap vermişti.[17] Bunun üzerine orada bulunan Kureyşşrikleri Hz. Muhammed’e söverek eziyet etmişlerdir.[18]

  • Başka bir gün, yine Peygamberimiz (sav) Kâbe’de namaz kılarken, alay, hakaret ve küçük düşürmek amacıyla bir başka saldırıya daha maruz bırakılmış, bir müşrik tarafından Resûlullah’ın üzerine deve işkembesi (iç organ artığı) atılmıştır.

Başka bir gün, yine Kabe’de namaz kılarken, bir müşrik tarafından deve işkembesi Rasulullah’ın üzerine atılmış, kızı Fatıma kaldırıncaya kadar o durumda kalmıştı.[19]

Tüm bu örnekler, Peygamberimiz (sav)’e yöneltilen fiziksel saldırıların sistematik bir düşmanlık kampanyasının parçası olduğunu göstermektedir. Ancak tüm bu zulümlere rağmen, o sabır ve tevekkülle mücadelesine devam etmiş, üstün ahlakı ile insanlığa örnek olmuştur. 

İftira ve Saldırıların Gerçek Nedeni:
İnananları Çıkarlarına Yönelik Tehdit Olarak Görmeleri

Peygamberlere ve beraberlerindeki müminlere yöneltilen delilik, hırsızlık, sapkınlık, bozgunculuk gibi ithamların tamamı yalnızca birer bahanedir. Gerçek neden, onların batıla dayalı inanç sistemlerini sorgulayan, Allah’a çağıran hak sözleridir. Kuran’da tüm bu suçlamaların birer iftiradan ibaret olduğu şöyle bildirilmiştir:

Böylelikle onlar, hiç şüphesiz haksızlık ve iftira ile geldiler. (Furkan Suresi, 4)

Tarih boyunca iman edenlere yöneltilen iftiralar ve suçlamalar, aslında hak dini savunanları susturmak, toplum nezdinde itibarsızlaştırmak ve önceden verilmesi planlanmış haksız cezaları meşrulaştırmak amacıyla kurgulanmıştır.

Allah’ın dinini samimi bir şekilde yaşayanları engellemek isteyenler Kuran’da bildirildiği üzere, kavimlerinde güç, otorite ve varlık sahibi inkarcılardır. Sahip oldukları imkanları, makam, mevki ve itibarlarını iman edenler aleyhine kullanarak çıkarlarını korumaya çalışmaktadırlar.

Peygamberlerin ve müminlerin insanları Allah'tan başka kimseye kulluk etmemeye çağırmaları; dürüstlük, samimiyet, fedakarlık, çalışkanlık gibi üstün ahlaki değerlerin toplumda yerleşmesine yol açacaktır. Bu anlayışın hakim olduğu bir toplumda insanlar sahtekarlık yapmaktan çekinecek, harama el uzatmayacak, hırsızlık, bozgunculuk yapmayacak; fakirin, yetimin, mazlumun hakkını koruyan bir ahlak göstereceklerdir.

Elbette ki bu durum haksızlık ve zulümle makam, mevki ve menfaat elde etmeyi alışkanlık haline getirmiş, ahlaksızlığı, samimiyetsizliği, sevgisizliği yaşam tarzı olarak benimsemiş kimseleri rahatsız etmiştir. Kavmin önde gelenleri mevkileri ve mal varlıkları ile kendilerine bağımlı kıldıkları, diledikleri şekilde yönlendirebildikleri insanları artık diledikleri şekilde yönetemeyeceklerinden ve çıkarlarının zedeleneceğinden korkmuşlardır. Bundan dolayı da tarih boyunca peygamberlere ve müminlere karşı daima haksız bir mücadele içerisinde olmuşlardır.

Allah’ın elçileri ve samimi müminler; Allah’tan korkup sakınan, dürüst ve vicdan sahibi, iyilik üzerine yaşayan son derece güzel ahlaklı insanlardır. Buna rağmen tarih boyunca en ağır iftiralara ve suçlamalara maruz bırakılmış, çeşitli eziyet ve baskılara uğratılmışlardır. Ancak Kuran’da pek çok ayette haber verildiği gibi, bu çabalar hiçbir zaman başarıya ulaşamamış, aksine iman edenlerin Allah’a olan bağlılıklarını ve inançlarındaki kararlılıklarını daha da artırmıştır.

2- BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ VE TALEBELERİNİN YAŞADIKLARI ZORLUKLAR

Bediüzzaman Said Nursi’nin İlmi ve İslami Mücadelesi

Bediüzzaman Said Nursi, 20. yüzyılda yetişmiş en büyük İslam alimlerinden biridir. 87 yıl süren hayatı boyunca İslam'ı savunmuş; materyalist felsefeye, din ve mukaddesat karşıtlarına karşı güçlü bir ilmi mücadele vermiştir. 6000 sayfadan oluşan eseri Risale-i Nur Külliyatı, yalnızca derin bir Kuran tefsiri değil, aynı zamanda materyalist felsefeyi çürüten, iman hakikatlerini en iyi şekilde ispatlayan, aklı ve kalbi ikna eden bir eserdir.

Bediüzzaman Said Nursi, mütevazi üslubuyla ahiret, kader, iman gibi birçok konuyu o güne kadar hiç açıklanmamış bir şekilde anlatmış, Kuran’ın çağımıza hitap eden yönünü ortaya koymuştur. Bediüzzaman Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarma zamanıdır” sözüyle dönemin önceliğini doğru şekilde tespit etmiş ve eserlerinde bilimsel bir yaklaşımla öncelikle insanların imanını kurtarmaya yönelik açıklamalara ağırlık vermiştir.

İnsanları Kuran ahlakına ve hak dine davet etmek için verdiği bu fikri mücadelede, Bediüzzaman’ın karşısına çıkan en büyük engel;, materyalist felsefeyi ve din karşıtlığını temel ilke haline getirmiş bazı çevreler olmuştur. O ise, bu geçersiz felsefeleri çürütmüş, dinin akıl ve bilimle asla çelişmediğini; tam aksine aynı noktada birleştiğini ispat etmiştir. Bu yönüyle Bediüzzaman, toplumda büyük bir manevi uyanış başlatan büyük ve öncü bir İslam alimidir.

Bu nedenledir ki tarih boyunca Müslümanlara atılan klasik iftira ve karalama yöntemleri Bediüzzaman Said Nursi’ye de yöneltilmiştir. Hayatı boyunca türlü komplolar ve zorluklar ile karşılaşmış; mahkemelerde yargılanmış, tutuklanıp hapse atılmış, sürgünlere gönderilmiş ve sürekli gözetim altında tutulmuştur. Risale-i Nur’un telifinde kendisine yardımcı olan talebeleri de bu süreçte aynı şekilde baskı ve zulme uğramışlardır.

Geçmişte yaşamış olan peygamberlerin, elçilerin ve salih müminlerin başlarına gelenler, onların yaşadıkları tecrübeler müminler için her zaman yol gösterici olmuştur. Bu açıdan bakıldığında, Bediüzzaman Said Nursi’nin yakın tarihimizde yaşadığı olaylar ve karşılaştığı zorlukların bazıları; müvekkil Adnan Oktar ve arkadaş grubunun yaşadığı süreçle dikkat çekici benzerlikler taşımaktadır.

Bediüzzaman’ın Fikri Mücadelesine Yönelik İlk Tepkiler ve Takibat

  • Deli Denilerek Akıl Hastanesi’ne Gönderilmesi

İlk olarak, Van'dan İstanbul'a gelen Bediüzzaman Said Nursi, 1908 yılının Mayıs ayında, mevcut eğitim sistemine yönelik eğitim reform  önerilerini içeren bir dilekçeyi o dönem Saray'a sunmuştur. Bu dilekçenin metni yaklaşık beş ay kadar sonra, 19 Kasım 1908'de Şark ve Kürdistan gazetesinde yayınlanmıştır.

Ancak bir yandan bazı alimlerin hasmane tavırları ve diğer yandan ise hürriyetin sınırlı olduğu bir dönemde, Bediüzzaman'ın mevcut eğitim politikalarını tenkit eden fikirleri Saray'ın dikkatini çekmiş ve sıkı gözetim altına alınmasına neden olmuştur. Bir süre sonra, "Her soruya cevap veren ve Saray'a karşı böyle pervasızca eleştiriler yönelten bir adam olsa olsa deli olabilir" denilerek, Bediüzzaman akıl hastanesine sevk edilmiştir.

Hastanede onu muayene etmekle görevlendirilen Saray doktorlarından biri, Bediüzzaman’ın, neden ve nasıl buraya gönderildiğini dört madde halinde anlatmasını istemiştir. Bediüzzaman’ın verdiği cevaplar karşısında hayrete düşen doktor, onun büyük bir deha ve yüksek bir zeka sahibi olduğunu anlamış ve şu ifadelerin yer aldığı bir rapor düzenlemiştir:

Şimdiye kadar İstanbul’a gelenlerin içerisinde zekâ ve fetanet (aşırı zeki) bakımından böyle bir nadire-i cihan (dünyada ender rastlanan bir kişi) bulunmamıştır.

Bu raporun Saray’a ulaşmasıyla birlikte, daha önce II. Abdülhamid'e Bediüzzaman hakkında yanlış bilgiler vererek onu yanıltan bazı Saray paşaları telaşa kapılmış ve onu İstanbul’dan bir an evvel uzaklaştırmanın yollarını aramışlardır.

İlk olarak, Bediüzzaman’ı bir hapishaneye naklettirmişler. Ancak burada da onu susturamayacaklarını anlayınca, ona birtakım imtiyazlar ve rüşvet teklif ederek sessiz kalmasını sağlamaya çalışmışlardır. Bediüzzaman ise bu teklifleri kesin bir şekilde reddetmiştir.

Zulmen atıldığı bu ilk hapishanede uzun süre kalmayan Bediüzzaman, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yürürlüğe giren genel siyasi af kapsamında serbest bırakılarak özgürlüğüne kavuşmuştur

  • İngilizlerin Düşmanlığı ve Hutuvat-ı Sitte

Bediüzzaman Said Nursi, 16 Mart 1920'de İstanbul'u işgal eden İngilizlerin halk üzerindeki etkisini kırmak, propagandalarını etkisiz hale getirmek ve gerçek maksatlarını ortaya koymak için Hutuvat-ı Sitte (Altı Adım) adlı eserini  kaleme   almıştır. Bu risale, işgalin gerçek yüzünü ve arka plandaki siyasi hesapları gözler önüne sermiştir. Hutuvat-ı Sitte adlı eser el altından dağıtılmış, kısa sürede geniş kitlelere ulaşmıştır. Bu durum İngilizleri rahatsız etmiş,   İngiliz   İşgal Kuvvetleri Komutanı tarafından Bediüzzaman hakkında "ölü ya da diri olarak yakalanması" emrini verilmiştir. Ancak Bediüzzaman bu tehditlere boyun eğmemiş, doğru bildiği yoldan geri adım atmamış İngilizlere karşı ilmi ve fikri mücadelesine devam etmiştir.

Bediüzzaman daha sonra bu süreçten Risale-i Nur Külliyatı’nda şu sözlerle bahsetmiştir:

İngiliz ve Yunan aleyhinde “Hutuvât-ı Sitte” eserimi Eşref Edîb’in gayretiyle tab’ edip neşretmekle o kumandanın dehşetli plânını kıran; ve onun idâm tehdîdine karşı geri çekilmeyen… [20]

  • Mehdilik İddia Etmekle Suçlanması

Bediüzzaman Said Nursi eserlerinde ahir zamanda gerçekleşeceği bildirilen olaylarla ilgili hadisleri yorumlamış; bu hadislerin tıpkı Kuran’daki müteşâbih ayetler gibi, çeşitli mesajlar içerdiğini savunmuştır. ‘Ahir zaman alameti olarak bilinen, bu dönemde yaşanacak pek çok olaya, bu tür hadislere dayanarak çeşitli açıklamalar getirmiştir.[21] Bununla birlikte Hz. Mehdi’nin özelliklerini, icraatlarını ve yapacağı hizmetlerini kapsamlı olarak anlatmıştır.

Ancak bu açıklamalar, onu hedef alan bazı çevrelerce kasıtlı olarak çarpıtılmış ve Said Nursi, Mehdilik iddiasında bulunmakla suçlanmıştır. Bediüzzaman Said Nursi, 31 Mart Hadisesi sonrasında çıkarıldığı Divan-ı Harp Mahkemesi'nde yargılanmış ve bu mahkemede Mehdilik iddiası gibi suçlamalarla itham edilmiştir.[22] Ancak Bediüzzaman, hem mahkemelerde hem de özel mektuplarındaki beyanlarında bu iddiaları açıkça reddetmiştir.

Kendisine mektup yazarak “Mehdilik iddiasının olup olmadığını” soran, TBMM birinci dönem Balıkesir milletvekillerinden Hasan Basri Çantay'a yazdığı cevabi mektubunda Bediüzzaman bu konuyu, sadece Allah’ın Müslüman bir kulu olduğu ve Mehdilik gütme gibi bir davasının olmadığı sözleriyle açıklamıştır:

…"Açtım mektubu, orada aynen diyor ki: 'Hasan Basri kardeşim, sen beni bilirsin. Ben Allah rızası için Kur'anın hadimiyim. Bir Müslüman olarak benim gayem, davam İslam'ın hükümran olmasıdır. Kur'anın hükümran olmasıdır. İslam Şeriatı'nın hükümran olmasıdır. Benim bunun dışında hiçbir davam yoktur. Ben Allah'ın günahkâr bir kuluyum. Allah'ın affından başka beni kurtaracak bir şey olduğunu kabul etmiyorum. Elimden geldiği kadar hizmetim bunun üzerinedir. Benim, ben Mehdi'yim, benim kitaplarımdan başka kitap okumayın diye bir davam yoktur.[23]

Bu ifadeleriyle Said Nursi, hem tevazusunu hem de Mehdilik gibi bir misyonu üstlenme iddiası taşımadığını açıkça ortaya koymuştur. Ona yönelik bu tür suçlamalar, fikri ve ilmi mücadelesini karalamaya yönelik maksatlı girişimlerden öteye gidememiştir.

  • Cezaevinde Uygulanan Tecrit ve Hukuk Dışı Koşullar

Bediüzzaman Said Nursi, yalnızca toplumla etkileşiminin azaltılması için uzaklaştırılıp sürgünlere gönderilmekle kalmamış, cezaevlerinde de ağır tecrit şartlarına maruz bırakılmıştır. Cezaevinde bulunduğu dönemlerde kendisine yalnızca selam veren mahkumlar dahi sorgulanmış ve dövülmüştür. Bu durum, onun yalnızlaştırılma için sarf edilen yoğun çabanın açık bir göstergesidir.

Bediüzzaman ve talebelerinin takibata uğradığı dönemde yürürlükte olan ceza kanuna göre, tek başına hücre hapsi ağır cezalı suçlarda, tehlikeli kişilere karşı, başkalarının mal ve canına zarar vermemesi için ve geçici olarak düzenlenmiş bir tedbirdi. Buna karşın Said Nursi, hakkında açılan üç büyük davada da hücre hapsine tabi tutulmuştur. Yani hem Eskişehir hem Denizli ve hem de Afyon davalarında hapishanedeki hücreye tek başına konulmuştur. Halbuki o dönemde hücre hapsini gerektiren hukuki bir zorunluluk yoktu. Bediüzzaman, bu durumu, Risale-i Nur’da “tecrid-i mutlak” (tam tecrit, en ağır tecrit şekli), “haps-i münferit” (tek kişilik hücre hapsi) gibi ifadelerle dile getirmiştir:

"Bugün benim pencerelerimi mıhlamalarının sebebi, mahpuslarla mürafaa ve selamlaşmamaktır. Zahirde başka bahane gösterdiler."[24]

"Gizli münafıklar her nasılsa bazı resmi memurları aldatıp, "Said ile görüşen  dost ve Nurcu olur. Kimse temas etmesin" diye onları evhamlandırmışlar. Hatta heyet-i idare ve gardiyanlar dahi benden kaçıyorlar. Ben de memnun oluyorum ve bu hale şükrediyorum. Sizlerle sureten görüşmediğimden zararı yok. Çünkü bir  hanede maddeten ve manen ve ruhen ve kalben ve vazifeten ve fikren ve muaveneten (yardımlaşma yönüyle) daima beraberiz, manevi  görüşüyoruz; yeter."[25]

Bu sözleriyle Bediüzzaman, maruz kaldığı ağır yalnızlaştırma politikalarına rağmen maneviyatını koruduğunu, talebeleriyle kalben bağlı kaldığını ve bu zor şartlarda dahi Allah’a şükretmeyi sürdürdüğünü ifade etmiştir.

  • Bediüzzaman’ın Gizli Örgüt Kurmakla, Talebelerinin ise Örgüte Üye Olmakla Suçlanması

Bediüzzaman Said Nursi ve talebelerine çok sayıda suçlama yapılmışsa da bunların temelinde gizli örgüt (cemiyet) kurma ya da tarikat oluşturma iddiası yer almıştır. Oysa ne Bediüzzaman ne de talebeleri hiçbir zaman örgüt kurma gibi bir hedef gütmemiş, sadece ilmi ve imani tebliğ amaçlı çalışmalar yapmışlardır. Buna rağmen kamuoyuna vatana ve millete zararlı kişiler olarak sunulmuşlardır.

Bediüzzaman Said Nursi bu konudaki tutumunu Risale-i Nur'da açıkça şu sözlerle ifade etmiştir:

Kararnamede üç madde esas tutulmuş; Birisi cemiyettir. Ben buradaki bütün    Risale-i Nur şakirtlerini (talebelerini) ve benimle görüşenleri veya okuyan ve yazanlarını   ayniyle  işhad  ediyorum (şahit gösteriyorum). Onlardan sorunuz ki ben hiç birisine dememişim: "Bir cemiyet-i siyasiye (siyasi örgüt) veya  cemiyet-i Nakşiye (Nakşî tarikatına bağlı bir yapı) teşkil edeceğiz." Daima dediğim budur: "Biz, imanımızı kurtarmaya çalışacağız."[26]

Bu ifadeler, Said Nursi’nin nezdinde asıl amacın siyasi bir güç ya da örgüt kurmak değil, imani hakikatleri anlatmak ve insanları hakka yönlendirmek olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

  • İmzasız Mektup Komplosu

Bediüzzaman Said Nursi bir zamanlar ikamet ettiği ancak sonradan terk ettiği bir evde bulunan ve kendisine ait olmadığı açıkça belli olan imzasız bir mektup nedeniyle suçlanmıştır. Oysa söz konusu mektubun ne yazarı bellidir, ne de Bediüzzaman’a ait olduğunu gösteren bir delil bulunmaktadır.

Hem, Barla'dan müfarakatımdan (ayrıldıktan) bir sene sonra odamın bir köşesinde imzasız, pek eski bir mektup bulunmuş. O mektubu benden sordular. İmzasız, belki yedi-sekiz sene evvel birisi tarafından gelmiş veyahut birisi tarafından oraya sokulmuş. Arabî kelimatın (Arapça kelimelerin) Türkçe'den kaldırılmasına dair birisi fikrini yazmış. Bunu medar-ı muaheze ediyorlar (cezalandırma sebebi yapıyorlar)  Mektub benim değil. İmzası yok. Bir seneden beri terk ettiğim bir odada gayet eski bir tarzda ve mektuba ehemmiyet verildiği ve cevap yazıldığına dair bir emare görülmediği halde, medar-ı ittiham tutulmuş (suçlama sebebi yapılmış).[27]

Bu sözleriyle Bediüzzaman, kendisine yöneltilen ithamların ne kadar mesnetsiz ve zorlama olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Hiçbir somut delil bulunmadan, yalnızca bulunduğu yer üzerinden asılsız bir belgeyle suçlanması, ona yöneltilen suçlamaların adaletli değil, susturma ve sindirme amaçlı olduğunu gözler önüne sermektedir.

Bu olay, Said Nursi’ye yöneltilen suçlamaların büyük kısmının gerçek dışı, zorlama ve maksatlı olduğunu gösteren örneklerden yalnızca biridir.

  • Menfaat Sağlamak İçin Dini Kullandığı İddiası

Bediüzzaman'ın Allah'ın varlığını, milli ve manevi değerlerin önemini anlatan çalışmalarından rahatsız olan çevreler, ellerinde bulunan bazı basın organlarını da kullanarak, Bediüzzaman'a karşı en olmadık iftiraları atmışlardır. Dönemin gazetelerinden birinde Bediüzzaman için şu ifadelere yer vermişlerdir:

"Said-i Kürdi, dini siyasete alet yaparak irtica-i (gericilikle ilgili) propagandalara girişmiş ve birtakım adamları kandırarak doğru yoldan şaşırtmaya çalışğı anlaşılmıştır... Otuz senelik mayalı (kökleşmiş / yerleşmiş) bir mürteci (gerici) olup ifsad edecek (bozacak, kötü yola sevk edecek) saf vatandaş aramaktadır... Şeyhin (Bediüzzaman'ın) bu meseledeki rolünün bazı safdilleri (kolay kanan kişileri) kandırarak kendilerinden para çekmek olduğu anlaşılmıştır..." [28]

Bazı kamu görevlilerinin basının bu iddialarına destek verir açıklamalarda bulunması son derece dikkat çekicidir. Akşam Gazetesi’nin 10 Mayıs 1935 tarihli basımında, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya şu beyanatta bulunmuştur:

lsparta'ya naklolunan gönderilen) ve kendisine Bediüzzaman  adını  takan  Said  Kurdi  dini  siyasete alet yaparak  irticai (gericiliğe dair) propogandalara  girişmiş  ve bir takım saf adamları kandırarak doğru yoldan şaşırtmaya  çalışğı  anlaşılmıştır.  Adliye (yargı) hadiseye el koyarak Said Kurdi ve muhtelif yerlerde kandırabildiği otuz kadar mürteci  (gerici) tevkif edilmiştir (tutuklamıştır). Temyiz mahkemesinin kararıyla mahkeme Eskişehir'de yapılacaktır.[29]

Oysa Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatı, bu tür suçlamaların ne kadar temelsiz ve maksatlı olduğunun açık delilidir. Dünya malına zerre kadar değer vermeyen, hiçbir malı mülkü bulunmayan, herhangi bir liderlik hırsı bulunmayan, mütevazi yaşamıyla tanınan ve “kendisini beğenmemeyi meslek edinmiş biri olarak kendini tanımlayan Bediüzzaman'a yönelik "para sızdırmak", "kandırmak", "çıkar sağlamak" gibi ithamlar akıldan ve vicdandan uzaktır.

Bu ithamların tek amacı, onun güçlü ve etkili fikri mücadelesini itibarsızlaştırmak ve toplum nezdinde etkisini kırmaktır. Ancak tüm bu girişimler sonuçsuz kalmış; Bediüzzaman halkın gözünde hem manevi önderliğini hem de dürüstlüğünü daha da pekiştirmiştir.

  • Birbirlerine Kardeş Gibi Sahip Çıkmalarının “Örgütsel Yapı” Olarak Değerlendirilmesi

Müminlerin birbirlerini kardeş gibi bilip desteklemesi, İslam dininin temel esaslarındandır. Kuran’da bu gerçek “Müminler ancak kardeştir” (Hucurat Suresi, 10) ayetiyle açıkça bildirilmiştir. İman bağı, kan bağından dahi güçlü görülmüş; müminlerin birbirlerinin her sorunuyla ilgilenmesi, yardım etmesi, beraber hareket etmesi, Allah Katında övgüyle karşılanan bir tutum olarak tanımlanmıştır.

Ancak bu İslam dininin bir gereği olan kardeşlik anlayışı, bazı art niyetli çevreler tarafından kötü niyetle çarpıtılarak “örgütlenme”, “yasa dışı birliktelik” ya da örgütsel saik gibi suçlamalara dönüştürülmüştür. Halbuki bu, sadece imanın gereği olan dostluk ve dayanışma ilişkisidir. Ancak Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri için, Müslümanlar arasındaki ilgi ve yakınlık anlayışı ‘örgüt delili’ olarak değerlendirilmiş ve suçlama konusu yapılmıştır.

Bediüzzaman, bu iftiraya Risale-i Nur’da şu sözlerle cevap vermiştir:

“Bu insafsız (adaletsiz) ve arıyı aldatan (yani özüne uymayan, çarpıtılmış) ve hiçbir münasebeti (ilgisi) olmayan bir siyasî cemiyet (örgüt) vehmini veren üç maddedir. Birincisi: Eskiden beri benim talebelerim benimle kardeş gibi şiddetli alakadarlıkları (yakınlık ve bağlılıkları), bir cemiyet vehmini vermiş.”[30]

Bediüzzaman burada çok net bir ayrım yapar: Risale-i Nur talebelerinin kendisiyle olan bağı, bir siyasi örgütlenmeden değil, iman kardeşliğinden doğmuştur. Bu bağlılık, Kuran’ın emrettiği bir dayanışmadır. Talebelerinin şefkat, sadakat ve dua ile kurduğu bu gönül bağı, siyasi bir hedefe veya çıkar odaklı bir yapılanmaya değil, Allah rızasına yöneliktir.

Dolayısıyla bu kardeşlik ve beraberlik hali, suç unsuru olarak değerlendirilmek yerine, İslam’ın özüne uygun bir erdem olarak görülmelidir. Müminlerin birlik olması, onları zayıflatmaz; bilakis manevi anlamda güçlendirir. Ancak dünyevi hesaplarla bakan bazı çevreler, bu kardeşliği bir tehdit gibi algılamış ve asılsız suçlamalarla onu karalamaya çalışştır.

  • Beraat Aldığı Davalardan Aynı Asılsız Suçlamalarla Tekrar Yargılanması

Bediüzzaman Said Nursi, hayatı boyunca defalarca asılsız suçlamalarla mahkemeye verilmiş; bu davalardan üçünde de beraat etmiştir. Ancak bu beraat kararları yok sayılarak, hiçbir yeni delil olmadan aynı suçlamalarla tekrar dava açılmış ve Afyon Mahkemesi süreci başlatılmıştır.

Bu mahkeme, 6 Aralık 1948'de kararını açıklamış; Bediüzzaman'a 20 ay, birçok talebesine ise 6 ile 18 ay arasında değişen hapis cezaları verilmiştir. Bu karar hemen temyize götürülmüş ve Yargıtay, 4 Haziran 1949 tarihinde Afyon Mahkemesi'nin kararını bozmuştur.

Yargıtay bile bu kararın hukuki olmadığını kabul etmiş, kararı iptal etmiştir. Hukuken bu bozma kararıyla birlikte, Bediüzzaman ve talebelerinin derhal serbest bırakılması gerekiyordu. Ancak ne yazık ki bu yapılmamış, aksine Afyon Mahkemesi ve savcılığı çeşitli oyalamalarla süreci uzatmış ve Bediüzzaman ancak 20 aylık hapis süresi tamamen dolduktan sonra tahliye edilmiştir.

Bu tutum, hukuki bir ihmal değil, bilinçli bir baskı ve sindirme politikasıdır. Beraat etmiş bir kimsenin aynı delillerle tekrar tekrar yargılanması, hukuk devletinin temel ilkeleriyle açıkça çelişmektedir. Bu aynı zamanda da, o dönemde dini değerlere ve onları savunanlara karşı yürütülen sistematik bir baskının göstergesidir.

Bediüzzaman, bu haksızlığı Risale-i Nur’da şu şekilde ifade etmiştir:

Üç mahkeme cemiyet (örgüt) noktasında bize kat'î (kesin) beraat verdiği halde, yine eski nakarat (tekrar eden söz) gibi gizli cemiyet vehmine (kuruntusuna) bin dereden su toplamak gibi emareler (belirtiler) araştırmış.”[31]

  • Gerçek Suç Örgütlerine Bile Yapılmayan Ağır Muamelelere Maruz Kalmaları

Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri, dönemin en ağır şartlarında hapse atılmış, uzun süre tecrit edilmiş ve çok sayıda hak ihlaline maruz bırakılmışlardır. Dikkat çekici olan nokta ise, aynı dönemlerde gerçekten suç işlediği bilinen azılı örgüt mensuplarına bile bu kadar ağır uygulamalar yapılmazken; Bediüzzaman ve talebelerine karşı hukuk dışı ve sert bir yaklaşım sergilenmiş olmasıdır. Üstelik diğerleri gibi, herhangi bir terör, cinayet ya da darbe faaliyetinde yer almamalarına; aleyhlerinde tek bir somut delil veya tanık bulunmamasına rağmen, Bediüzzaman ve talebeleri en ağır şartlarda yargılanmış ve cezalandırılmışlardır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

“…Halbuki siyasî ve vatan ve millete zararlı olan müteaddit (birçok) cemiyetler (örgütler) varken, onlara müsaade ve müsamahakârâne (hoşgörülü şekilde) bakmakla beraber, bizim gibi binlerle şahitlerin ve emarelerin şehadetleriyle ve altı vilayetin ilişmemeleriyle sabit olan Nur talebelerinin ders arkadaşlıklarına ve sırf vatan ve millet ve din menfaatine ve saadet-i dünyeviye (dünya mutluluğu) ve uhreviye (ahiret mutluluğu) hesabına ve hariçten ve dahilden (dışarıdan ve içeriden) gelen ifsat (bozgunculuk) cereyanlarına karşı mücahidane (cihad edercesine) tesanütlerine (dayanışmalarına) gizli cemiyet (örgüt) namını vermek ve yirmi senede yüz binler Risale-i Nur şakirtlerinin (öğrencilerinin) emniyeti ihlale (kamu düzenini bozmaya) dair hiçbir vukuatları (olayları) kaydedilmediği halde, Dini alet ederek emniyeti ihlale halkı teşvik ediyor’ diye makam-ı iddia (savcılık makamı) onları itham etmesi, değil nev-i beşeri (insanlığı), belki zemini (yeryüzünü) de hiddete getirip o ithamı reddeder.” [32]

Bu ifadeler, yapılan suçlamaların gerçeklerle bağdaşmadığını, aksine tamamen önyargı ve iftiraya dayandığını göstermektedir. Bediüzzaman’ın da vurguladığı gibi, Nur talebelerinin hiçbir şekilde şiddetle, isyanla veya emniyeti bozmaya yönelik bir eylemleri olmamıştır. Tam aksine, hem kendi ahlaklarıyla hem de topluma verdikleri eğitimle yalnızca sükuneti, barışı ve maneviyatı yayma amacı gütmüşlerdir.

  • Tutuklanan Talebelerin Zorla İtirafçı Yapılmak İstenmesi ve Bediüzzaman Aleyhinde Beyanda Bulunmaya Zorlanmaları

Bediüzzaman Said Nursi’nin maruz kaldığı baskılardan biri de, talebelerinin onun aleyhinde ifade vermeye teşvik edilmesidir. Cezaevi ortamında hem onunla öğrencileri arasındaki bağın koparılması hedeflenmiş hem de ona olan sadakati zayıflatmak için yoğun bir psikolojik baskı uygulanmıştır. Bu süreçte Said Nursi'yi yalnızlaştırmak adına, diğer mahkumlardan izole edilerek ayrı bir koğuşa alınmış, talebeleri ise farklı yerlerde tutulmuştur. Ardından da talebelerine onun aleyhinde çok fazla propaganda yapılmış ve bu yolla bazı kişilerin Said Nursi aleyhinde beyanlarda bulunmaları umulmıştur.

1985 kışında, bu olaylara tanıklık eden Postacı Kamil isimli yetmiş yaşlarında bir kimse bu olayı şöyle anlatmıştır:

"Sibyan koğuşunu (çocuk mahkumlar için ayrılmış koğuşu) Üstad Bediüzzaman için boşaltmışlar ve onu oraya koymuşlardı. Nur talebeleri ise, hocalarından ayrı yerlerde yatıyorlardı. Üstad'ın kaldığı sibyan koğuşu genişçeydi, burada tek başına kalıyordu. Üstad'ın aleyhinde bize çok telkinat (telkinler, yönlendirmeler, propaganda) yapılmış. Biz de ister istemez o tesir altındaydık." [33]

Bu sözler cezaevi ortamında yürütülen psikolojik savaşın ve itibarsızlaştırma çabalarının ne denli sistematik olduğunun açık bir kanıtıdır. Said Nursi’nin aleyhine ifadeler almak amacıyla, itirafçı devşirme yöntemlerine başvurulmuştur. Talebelerine, “eğer Said Nursi ile bağlarını inkar eder, onun aleyhinde beyanda bulunurlarsa serbest bırakılacakları telkin edilmiştir. Ardından, istenen şekilde dilekçe yazıp idareye veren talebeler, haklarında yapılan suçlamalar görmezden gelinerek serbest bırakılmışlardır. Bu yolla hem Said Nursi yalnızlaştırılmak hem de Nur talebeleri arasında çözülme sağlanmak istenmiştir.

Bu psikolojik baskının cezaevi içindeki etkisi, sürece birebir şahit olan bir Nur talebesinin şu ifadelerinde net bir şekilde görülmektedir:

"... Bu arada aramızda öyle fikirler yaydılar ki kim “Ben Nurcu değilim" diye savcılığa  bir dilekçe verirse, tahliyesi  mümkündü.... Ben Nurcu değilim diye dilekçe yazanları serbest bırakmalarının asıl sebebi,  Üstad tarafından onların kandırıldığını etrafa yaymaktı. Bunu yayıyorlardı ki herkes böyle yapsın." [34]

“Malum savcı ilk olarak Şirinyer’de birkaç kişiyi sorguya çekerek onlardan gerçek dışı ifadeler alabilmek için, ‘Sizi ilk celsede bırakacağım, yeter ki benim istediğim gibi ifade verin.’ demiş ve aldatmış!" [35]

Bu tür yönlendirme ve vaatlerle bazı tutuklulardan gerçek dışı ifadeler alınmaya çalışılmış; Said Nursi ve talebeleri hakkında hiçbir suç unsuru bulunmağı halde aleyhlerinde algı oluşturulmak istenmiştir. Bu uygulamalar, hem hukuki hem vicdani hem de ahlaki bakımdan da kabul edilebilir değildir. Bediüzzaman Said Nursi’nin davası bu tür yöntemlerle bastırılmak istenmiş, ancak kendisi ve sadık talebeleri bu baskılara rağmen duruşlarından taviz vermemişlerdir.

  • Dini Sapkınlık İçerisinde Olmakla Suçlanmaları

Bediüzzaman'a karşı yapılan suçlamalardan birisi de onun İslami hükümleri saptırarak, kendine göre bir din anlayışı savunduğu ve çevresindeki kişilere de bu sapkın dini telkin ettiği yalanıdır. Bediüzzaman'ın, Kuran ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetine uymadığı, kendine göre bir din uydurduğu şeklindeki yalanların amacı, halkı ve konuyu ayrıntısıyla bilmeyen bazı dindar çevreleri kışkırtarak Bediüzzaman'ı onlara yanlış tanıtmaya çalışmak olmuştur.

Oysa Risale-i Nur Külliyatı’nda açıkça görüldüğü üzere, Bediüzzaman’ın tüm tebliğ ve anlatımları doğrudan Kuran’a ve Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerine dayanmaktadır. O, dini asla şahsi yorumlarına göre şekillendirmemiş, tam tersine Kuran ve sünnet çizgisinden ayrılmadan hakikatleri savunmuştur.

Bediüzzaman, Risale-i Nur'un Kuran'a dayalı bir tefsir olduğunu ve İslam'ın özüne sadık kaldığını eserlerinde de pek çok kez vurgulamıştır. Örneğin, Risale-i Nur'da şöyle denmektedir:

"Risale-i Nur, Kur'an'ın bu asırda bir tefsiridir. Kur'an'ın manevi bir mucizesidir."[36]

Ayrıca talebelerinin anlatımlarında da Bediüzzaman'ın dini kendi çıkarları için kullanmadığını ve İslam'ın özüne sadık kaldığı şeklindeki tavrı desteklenmektedir. Örneğin, talebelerinden biri şöyle demektedir:

"Üstadımız, hiçbir zaman kendi görüşlerini İslam'ın önüne koymadı. Her zaman Kur'an ve sünneti esas aldı."[37]

Bu ifadeler, Bediüzzaman Said Nursi'nin İslam'a olan bağlılığını ve dini sapkınlıksuçlamalarının asılsız olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

  • Atılan İftiralara Dayanak Oluşturmak İçin Kurgulanan Komplolar

Kuran’da bildirildiği üzere, Allah’ın elçilerine ve hak yolda yürüyen müminlere karşı her devirde iftiralar atılmış, hileli düzenler kurulmuştur. Aynı şekilde, Bediüzzaman Said Nursi’ye karşı da onun ilmi ve manevi mücadelesini itibarsızlaştırmak amacıyla çeşitli karalama kampanyaları, hileli düzenler ve komplo girişimleri yürütülmüştür.

  • İçki Komplosu

Bu düzenlerden biri, “Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi” adlı eserde anlatılmaktadır. Anlatıma göre:

“Bir içki dükkanında 'Said’in hizmetçisi Said’e rakı aldı' diye yazılı bir kağıdın altına, dükkandaki sarhoşlardan imza alınmaya çalışılmıştır.” [38]

Bu şekilde sahte bir belgeyle Bediüzzaman’ın içkiyle ilişkilendirilmeye çalışılması, onu halkın gözünde küçültme ve dindar çevrelerde itibarını sarsma amacı taşımaktadır.

  • Kadın ve Cinsellik Komplosu

Benzer şekilde, Bediüzzaman’a yönelik bir başka çirkin iftira da kadınlar üzerinden yürütülmüştür. Kendisinin sabahlara kadar “âlem yaptığı”, “fahişelerin evine girip çıktığı” yönünde akıl dışı suçlamalar yapılmıştır. Bediüzzaman bu tür iftiralara karşı bir mektubunda şöyle cevap vermiştir:

"Halbuki benim kapım geceleyin dışardan ve içerden kilitliydi ve sabaha kadar bir bekçi o bedbahtın (iftira atan adamın) emriyle kapımı bekliyordu." [39]

Bu sözler, iftiraların ne denli temelsiz olduğunu gözler önüne sermektedir.

  • Görevlendirilen Genç Kızlarla Talebelere Tuzak Kurma Girişimi

Bediüzzaman, Risale-i Nur’daki “Hizmet Rehberi” isimli eserinde bu komploların nasıl ve kimler tarafından kurulduğunu ve nasıl işlediğini detaylı biçimde açıklamıştır:

"Perde altındaki düşmanımız münafıklar (ikiyüzlüler), şimdiye kadar yaptıkları gibi, adliyeyi (yargıyı) ve siyaset ve idareyi zahirî dinsizliğe âlet edip, bize hücumları akîm (sonuçsuz) kaldığı; ve Risale-i Nur’un fütuhatına (yayılışına, başarısına) menfaati (faydası) olan eski plânlarını bırakıp daha münafıkane (münafıklara yakışır şekilde) ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plân çevirdiklerine dair buralarda emareleri (belirtileri) göründü.

O plânların en mühim bir esası, has, sebatkâr (sebat eden, kararlı) kardeşlerimizi soğutmak, fütur (usanma, yılgınlık) vermek, mümkünse Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acip (garip, tuhaf) yalanları ve desiseleri (hileleri) istimal (kullanım) ediyorlar ki, Isparta ve havalisi (çevresi), Gül ve Nur fabrikasının kahraman şakirtleri (talebeleri) gibi, çelik ve demir gibi bir sebat (direnç) ve sadakat (bağlılık) ve metanet (dayanıklılık) lâzım ki dayanabilsin.

Bazı da dost suretinde hulûl edip (içeriye sızıp), korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip (küçük şeyi büyütüp) evham (kuruntu) veriyorlar. “Aman, aman Said’e yanaşmayınız! Hükûmet tâkip ediyor” diye zaifleri (zayıfları) vazgeçirmeye çalışıyorlar.

Hattâ bazı genç talebelere, hevesatlarını (arzularını) tahrik (kışkırtma) için, bazı genç kızları musallat ediyorlar (yönlendiriyorlar).

Hattâ Risale-i Nur erkânlarına (öncülerine) karşı da, benim şahsımın kusurâtını (hatalarını), çürüklüğünü gösterip, zahiren dindar ehl-i bid’adan (bidat ehli; dini aslına aykırı yorumlayanlardan) bazı şöhretli zatları gösterip, “Biz de Müslümanız, din yalnız Said’in mesleğine mahsus değil” deyip, bize karşı perde altında cephe alan zındıklara (dinsizlere) ve anarşilik hesabına o safdil (temiz kalpli, kolay inanan) ehl-i diyanet (dindarlar) ve hocaları âlet edip istimal (kullanım) ediyorlar. İnşaAllah bunların bu plânları da akîm (sonuçsuz) kalacak." [40] [41]

Bu girişimlerin amacı, halkı Bediüzzaman'dan soğutmak, talebeleri arasında fitne çıkarmak, Bediüzzaman’a olan bağlılıklarını zayıflatmak ve halkın gözünde onun şahsiyetine zarar vermekti. Bunun için onu fuhuşla, sarhoşlukla suçlayan çok çirkin iftiralar atılmış, talebelerini dağıtmak için görevlendirilen genç kızlarla tuzaklar kurulmuştur. Ancak tüm bu iftira ve kumpaslara rağmen Bediüzzaman ve samimi talebeleri yürüttükleri iman hizmetine sabırla devam etmişlerdir.

Kuran’da da bildirildiği gibi:

“… Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz...” (Fatır Suresi, 43)

  • Basın Yoluyla Algı Operasyonu ve Karalama Kampanyası Yapılması

 Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri hakkında, o dönemin gazetelerinde pek çok asılsız haber yapılmış, hakaretamiz ifadeler kullanılmış, ona teveccüh  gösterenlerin sevgi ve saygısını azaltmak amacıyla yazılı basın üzerinden yoğun bir algı operasyonu yürütülmüştür.

Gazetelerde yer alan sürmanşetten verilen asılsız haber başlıklarından bazıları şöyledir:

  • "İrtica Hazırlayan Bir Şebeke Tutuldu"
  • "Dini İstismar Eden Said Nursi Hakkında Takibat Başladı"
  • "Milli Emniyet Nurculuk Tehlikesine Dikkati Çekti"
  • "İrtica Şebekesi"
  • "Savcılık Nurcular Hakkında Gizli Tahkikat Yapıyor"
  • "İrtica"
  • "Milas'ta Sekiz Tarikatçı Tevkif Olundu"
  • "Sanığın Üzerinde 43.000 Lira Bulundu"
  • "Said Nursi'nin Durumu İnceleniyor"
  • "İzmir'de Nurcular Faaliyetlerini Arttırdı"
  • "Risaleleri Bir Yıl Okuyan, Anlamasa Bile Âlim Olurmuş"
  • "Said Nursi'nin Acayip Mektubu"
  • "… elden ele dolaştırılan ve içinde "Milli bütünlüğü bozacak" ibareler görülen bir mektup ele geçirildi..."
  • "Nurcubaşı Said-i Kürdi'nin Son Resimlerinden Birisi"

(Aslında meczup bir adamın fotoğrafı)

Bu tür başlıklarla verilen haberlerin amacı, kamuoyunda Said Nursi aleyhinde olumsuz bir kanaat oluşturmak, yargılamaları ve haksız tutuklamaları meşrulaştırmak, dava dosyalarının içeriği boş olmasına rağmen halk baskısı oluşturarak Bediüzzaman ve talebelerinin cezaevinde tutulmasına zemin hazırlamaktır.

Söz konusu haberlerin içerisinde geçen şu cümleler ise özellikle dikkat çekicidir:

İrtica velvelesi'nin (gericilik gürültüsünün) iç yüzü” başlıklı haberde:

“Dün tevkif olunan (tutuklanan) şeyhin bu meseledeki rolünün, bazı safdilleri (kolay aldanan kişileri) kandırarak kendilerinden para çekmek olduğu anlaşılmıştır.”

Şeyhin müridleri (bağlıları) kendisine bir peygamber gibi bağlı olup, onun verdiği muskalar(a) inanıyorlarmış!”

Bu ifadeler, halkın dini duygularını istismar ederek Bediüzzaman’ı itibarsızlaştırma stratejilerinin bariz örnekleridir. Hem halkı hem de dönemin muhafazakâr çevrelerini Bediüzzaman’dan soğutmak amacıyla yapılan bu yayınlar, günümüz medya operasyonlarına benzer şekilde karalama ve psikolojik savaşın bir parçası olarak yürütülmüştür.

Bediüzzaman’ın bir talebesinin şu ifadeleri ise, ideolojik olarak husumetli ve taraflı hareket eden basının bu tutumunun ne denli çirkinleştiğini ortaya koymaktadır:

“Hep olduğu gibi, 1958 senesinde de gazetelerde devamlı surette Said-i Kürdi şöyle, böyle diye hakaret, iftira, tezvir (yalan haber) yayınları yapılıyordu. Mesela Hacı Bayram civarında dolaşan bir meczup (akli dengesi yerinde olmayan kişi) vardı. Saçı, sakalı birbirine karışş, üzeri berbat, baksan iğrenirsin. Onun resmini çekmişler, Akşam Gazetesi'nde 'Nurcubaşı Said-i Kürdi'nin son resimlerinden birisi' diye basmışlar büyükçe. Ben bunu gördüm, çok iyi hatırlıyorum. O zamanki Akşam Gazetesi bize çok muhalifti.”[42]

Bütün bu basın saldırıları ve algı operasyonları, Bediüzzaman Said Nursi’yi halk nezdinde itibarsızlaştırmayı ve “tehlikeli” göstermek suretiyle zulmü meşrulaştırmayı hedeflemiştir. Bu algının sonucunda Said Nursi yıllar boyunca ağır şartlar altında hapislerde tutulmuş, haksız yere sürgün edilmiş ve hayatının büyük kısmını maddi ve manevi eziyetler altında geçmiştir. Ancak tüm bu baskılara rağmen eserleri yayılmış, fikri ve imani mücadelesi geniş kitlelere ulaşş ve kendisinden sonra gelen nesillere aktarılmıştır.

  • Suç Delili Olmadan Keyfi İddialarla Suçlu İlan Edilmeleri

Bediüzzaman Said Nursi hakkında yürütülen davaların temel amacı, bir suçu ortaya çıkarmak ya da adaleti sağlamak değil; onu ve talebelerini toplum nezdinde küçük düşürmek, itibarsızlaştırmak ve etkisiz hale getirmekti. Bu doğrultuda yöneltilen suçlamaların birçoğu, mantıksal tutarlılıktan tamamen uzaktı. Hatta bu davalarda yargılama değil, önceden verilmiş karar ile savunmalara bakmaksızın doğrudan kişiyi mahkum etmeye yönelik bir bakış açısı hakim olmuştu.

Öyle ki, sadece varsayımlar üzerinden hareketle ithamlar yöneltilmiş; Henüz suç işlememiş olsa da ileride işleyebilir gibi hukuki hiçbir değeri olmayan gerekçeler ileri sürülmüştür. Hakkında hiçbir fiili suç, delil veya şahit bulunmayan bir kişiye, sırf ihtimallere dayanarak ceza vermeye çalışmak, hukuk mantığıyla bağdaşmayacak bir keyfiyettir.

Bediüzzaman, Said Nursi bu tür ithamların ne kadar temelsiz ve akıl dışı olduğunu şu sözleriyle ifade etmiştir::

"Hakkımızda asayişe zarar yapmış değil, ‘'yapabilir" diye itham ise, herkes bir adamı öldürebilir diye itham gibi manasız bir ithamdır. [43] 

  • El Konulan Kitapların Yakılarak İmha Edilmesi

Bediüzzaman Said Nursi’nin telif ettiği Risale-i Nur Külliyatı, iman hakikatlerini anlatan, şiddet içermeyen, herhangi bir suç ya da tehdit unsuru taşımayan eserlerden oluşmasına rağmen, dönem dönem ağır sansüre ve yasaklara maruz kalmıştır. Özellikle 1950’li yıllarda, hiçbir mahkeme kararı olmadan bu eserlerin büyük kısmına el konulmuş, depolarda toplanmış ve bir kısmı doğrudan imha edilmiştir.

Bediüzzaman’ın talebelerinden biri bu zulüm sürecini şöyle anlatmaktadır:

"Üstad hazretlerine üç ziyaretim vardır. Üçünü de Üstad Emirdağ'da iken yaptım. 1952'de Ankara'da askerlik yapıyordum. Tuna Apartmanının zemin katında iki adet teksir makinesi vardı. Birisi Tahiri ağabeye, diğeri Atıf Ural'a aitti. Demokrat hükümetinin o zamanki Dâhiliye Vekili Namık Gedik, çok zalimane hareket edip kitapları mahkemesiz müsadere ederek (zorla el koyarak) imha ediyordu. [44]

Bu olay, yürütülen uygulamaların ne denli sistematik ve hukuki dayanaklardan yoksun olduğunu gösteren örneklerden biridir. Risalelerin çeşitli mahkemelerce suç unsuru taşımadığı defalarca tescil edildiği halde, herhangi bir yargı kararı olmaksızın kitaplara el konulup imha edilmesi, doğrudan fikir ve inanç özgürlüğünü hedef alan bir müdahale olarak kayıtlara geçmiştir.

  • Suç Olmayan Unsurları Delil gibi Göstererek İddianamenin Şişirilmesi

Bediüzzaman Said Nursi ve Nur talebeleri hakkında açılan davalarda, hukuki delil üretilemeyen durumlarda başvurulan yöntemlerden biri de suç teşkil etmeyen konuların delil gibi sunulması olmuştur. Yasal zeminde herhangi bir karşılığı olmayan bazı ifadeler, davranışlar veya şahsi kanaatler suç unsuru” gibi gösterilerek dosyalar yapay şekilde kalabalıklaştırılmış, böylece sanki ciddi bir tehdit veya suç örgütü varmış izlenimi oluşturulmaya çalışılmıştır.

Dönemin tanıklarından biri bu durumu şu sözlerle ifade etmektedir:

"Narlıdere’de askerî sahada hazırlanan tutuk evine konuldular. Malum savcı, suç olması mümkün olmayan ifadeleri suç delili gibi gösterme gayretkeşliğiyle dosyaları kabarttı." [45]

Bununla birlikte, mahkeme sürecinde sanıkların suçla ilgisi olmayan tamamen inançsal görüşleri sorgulanmış; klasik savunma ve sorgulama sınırları ihlal edilerek sanıkların dinleri, inançları, ibadetleri ve hatta sanat veya ekonomi gibi konulardaki şahsi görüşleri sorguya dahil edilmiştir. O dönemin mahkemelerinde yaşanan olaylardan birinde, avukat Gültekin Sarıgül mahkeme reisi ile arasında geçen diyalogu şöyle aktarmaktadır:

Mecburen saat dokuzda mahkemeye girdik. Tabi duruşmada Reisle bizim aramızda âdeta kavga sahneleri yaşandı. Şimdi sorgulama şekline bakın:

“Kalk bakalım İsmail Ambarlı, söyle bakalım, heykel hakkında ne düşünüyorsun?

“Tabii hemen kalkıyorum: “Reis Bey! Usul hakkında konuşmak istiyorum!”

“Lütfen müdahale etmeyin, sorgulama yapıyoruz.”

“Sorgulama böyle olmaz. Suçun ve iddianamenin mahiyetine göre sorgulama yapmanız lazım.”

“Efendim müdahale edemezsin, lütfen oturun yerinize.”

“Söz istiyorum!”

“Vermiyorum!”

“Vereceksin!”

“Kalk bakalım Mustafa Sungur! Resim hakkında kanaatin ne? Faiz hakkında kanaatin ne?

Bu örnekler, yargılama sürecinin ne kadar keyfi yürütüldüğünü, hukuki ilkelere değil ideolojik yargılara dayalı bir atmosferde gerçekleştiğini gözler önüne sermektedir. Yargı makamları, adil ve somut delillerle yürütülmesi gereken bir süreci, kişisel kanaatleri yargılamak için bir araç haline getirmiştir.

  • Yeterli Süre Verilmeyerek Savunma Hakkının Kısıtlanması

Bediüzzaman Said Nursi ve talebelerinin maruz kaldığı yargı süreçleri, yalnızca delilsiz suçlamalarla değil, savunma hakkının açıkça ihlal edilmesiyle de tarihe geçmiştir. Sanıkların neyle suçlandıklarını anlamalarına yetecek iddianameye aylarca ulaşamamaları, okuma ve değerlendirme imkanı verilmemesi; duruşmalarda da aleyhteki ifadelerin uzun uzun okunmasına karşın, savunma için birkaç dakikadan fazla süre tanınmaması bu ihlallerin çarpıcı örnekleridir.

Risale-i Nur’da “Küçük İbrahim” olarak anılan İbrahim Fakazlı, Denizli Mahkemesi’nde görülen davadaki bu hukuk dışı durumu şöyle anlatır:

Denizli'de bizi altı ay mahkemeye çıkarmadılar. İddianame gelmedi. Gelince de, iddianame rüzgar gibi şuradan girdi, buradan çıktı. Öyle okuyup da, bizim suçumuz neymiş biz bilmiyoruz... Herkese bir tane verilmesi lazımken, sadece bir tane verdiler. Yetmiş seksen sayfalık iddianame, altı ay sonra geldi. [46]

Sadece iddianamenin geç ulaştırılması değil, mahkeme salonundaki eşit olmayan konuşma ve savunma süreleri de bu sürecin ne kadar adaletsiz yürütüldüğünü göstermektedir. Karşı tanıklara uzun süre verilirken kendilerine sadece bir - iki dakika süre verilerek savunma yapmaları engellenmiştir. Bediüzzaman Said Nursi, bu uygulamayı bizzat şu şekilde anlatmaktadır:

“Ezcümle: Bu Afyon hapsimde ve mahkememde, başıma gelen çok gaddarane (zalimce) muamelelerden birisi, üç defa ve her defasında iki saate yakın aleyhimizde garazkârane (kastî) ve müfteriyane (iftira dolu) ittihamnameleri (suçlamaları) bana ve adaletten teselli bekleyen masum Nur Talebelerine cebren (zorla) dinlettirdikleri halde çok rica ettim: ‘Beş on dakika bana müsaade ediniz ki, hukukumuzu müdafaa edeyim.’ Bir iki dakikadan fazla izin vermediler.” [47]

  • Sanık Avukatlarının Tutuklanmasıyla Savunmanın Engellenmesi

Nur talebelerini savunan avukatlar örgüt üyeliği suçlaması yapılarak tutuklanmış, böylelikle sanıkların savunma yapmaları engellenmeye çalışılmıştır. Eski bir Nur talebesi olan Hüseyin Çağdır bunu şöyle anlatmaktadır:

“Bu arada Av. Bekir Berk ve Av. Gültekin Beylere vekâlet çıkarıldı, davaya girmeleri için. Malum savcı bunu haber alınca, onları da tevkif edeceğim.’ deyip ve Av. Bekir Bey’i Balıkesir’de arkadaşlarıyla namaz kılarken bastırarak tevkif ettirip, ayrıca Av. Gültekin Sarıgül’ü de yazıhanesinden alıp İzmir Sıkıyönetim Tutukevi’ne getirtti." [48]

Bu tablo, dönemin hukuk sisteminde adaletin nasıl keyfi şekilde çiğnendiğinin göstergesidir. Yargı makamları, bir yandan iddiaları büyütüp yayarken, öte yandan savunmaları susturmuş; böylece yargı süreci hukuki bir değerlendirme olmaktan çıkmış, yalnızca cezalandırmayı hedefleyen bir araca dönüştürülmüştür.

  • Adli Sicil Kayıtları Tertemiz Olan İnsanların Devletin Güvenliğine Tehdit Olarak Gösterilmeleri

Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri, hiçbir suça karışmamış, adli sicilleri tertemiz kimselerdir. 20 yıl boyunca takip edilen Risale-i Nur talebeleri hakkında ne devlet arşivlerinde ne de mahkeme kayıtlarında, önceden işlenmiş bir suç ya da güvenliği tehdit eden bir eylem kaydı bulunmamaktadır. Buna rağmen, dönemin Ceza Kanunu’nun 163. maddesi keyfi bir biçimde genişletilerek bu insanları haksız yere cezalandırmak için sözde hukuki bir gerekçeymiş gibi kullanılmıştır.

Bediüzzaman, bu durumu şöyle ifade etmektedir:

Yirmi sene zarfında, Risale-i Nur'un yirmi  bin  nüshaları  ve  parçalarını  yirmi   bin adamlar  okuyup  kabul  ettikleri  halde,  Risale-i   Nur'un  şakirtleri    tarafından emniyetin ihlaline dair hiçbir vukuat olmamış ve hükümet kaydetmemiş  ve eski ve yeni iki mahkeme bulmamış. Halbuki böyle kesretli (yaygın) ve kuvvetli propaganda yirmi günde  vukuatlarla   kendini  gösterecekti.   Demek hürriyet-i vicdan (inanç özgürlüğü) prensibine zıt olarak bütün dindar nasihatçilere şamil (herkesi kapsayan) lastikli bir  kanunun 163'üncü maddesi sahte bir maskedir. Zındıklar bazı erkan-ı hükümeti (hükümet mensuplarını) iğfal ederek (aldatarak) adliyeyi şaşırtıp bizi herhalde ezmek istiyorlar." [49]

Bu sözlerden de açıkça anlaşıldığı gibi, ortada herhangi bir suç veya tehdit unsuru bulunmamasına rağmen, inanç temelli bir topluluğun cezalandırılması için hukuk dışı yollar devreye sokulmuştur. İmani bir hizmet yürütmekten başka gayesi olmayan bu insanlara yönelik kullanılan kanuni araçlar, adaleti değil; baskıyı ve sindirmeyi amaçlamıştır.

  • Cezaevlerindeki İnsanlık Dışı Koşullar ve Tecrit Politikası

Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri, yalnızca fikirlerinden ve inançlarından dolayı, dönemin cezaevlerinde ağır ve insanlık dışı muamelelere maruz kalmışlardır. Eskişehir, Denizli ve Afyon hapishanelerinde karşılaştıkları koşullar, sadece fiziksel değil, psikolojik açıdan da bir yıpratma ve sindirme politikasının izlerini taşır. Talebeleriyle görüştürülmeyen Said Nursi, yalnızlığa mahkum edilerek tecrit altında tutulurken, talebeleri de birbirlerinden ayrılmış, en temel insani haklardan bile mahrum bırakılmışlardır.

Aşırı kalabalık, sigara dumanıyla dolu ve hijyen koşullarından tamamen yoksun koğuşlarda yatacak yer dahi bulamamış, tuvalet ihtiyaçlarını bile karşılayamamışlardır. Kışın dondurucu soğuğa, yazın ise rutubete, haşerata ve bulaşıcı hastalıklara karşı aylarca direnmek zorunda kalmışlar; bu koşullar altında çok zorlu günler geçirmişlerdir.

Nur talebeleri, tüm bu zorlukları sabırla göğüslemişlerdir. Cezaevlerinin ağır ve kötü şartlarını anlatan yüzlerce dilekçe ve şikayet mektubu yazmalarına rağmen, hiçbir makama seslerini ulaştıramamış, yaşadıkları zulüm görmezden gelinmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi, talebeleri ile cezaevinde görüştürülmediği gibi, talebelerinin de birbirleriyle görüşmelerini engellemişler, talebeleri sadece mahkemede birbirlerini görebilmişlerdir.

Henüz 14 yaşında iken 1925 yılında Said Nursi’nin talebesi olan Mehmet Gülırmak Eskişehir Hapishanesi'nde maruz kaldıkları muameleleri şöyle anlatmaktadır:

"Eskişehir hapsine giderken, beni Refet Beyle (Barutçu) birlikte kelepçelediler. Isparta ve civar illerinden toplanan 120 adamı bağlamak için kelepçeler yetişmiyor. Sona kalan. Bekir Ağa ile Antalya müftüsü Çil Ahmed Efendiyi   çamaşır ipi ile bağlıyorlar ..."

"Zaten bize idam mahkûmu gözüyle bakıyorlardı. Hiç ziyaretçi bırakmıyorlardı. "Siz de idam olacaksınız, bunlarla konuşursanız" diyorlardı.

"Geceleri pislikten, tahtakurularından, hamam böceklerinden uyumak kabil değildi..." [50]

Bu ifadeler, o dönemin cezaevlerinde yaşanan fiziki sıkıntıların ötesinde, dini inançları sebebiyle sistemli biçimde baskı altına alınmaya çalışılan bir grubun maruz kaldığı zulmün kapsamını da bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.

  • Geçim Kaynaklarının Suç Sayılması ve ‘Örgüt Geliri’ İddiası

Bediüzzaman Said Nursi ve talebelerine yöneltilen suçlamalardan biri de, herhangi bir delile dayanmaksızın “örgüt oldukları varsayımına dayandırılarak, meşru kazançlarının "örgüt geliri" olarak tanımlanmasıdır. Talebeler arasında öğretmenlik, doktorluk, çiftçilik, esnaflık gibi meslekleri icra eden çok sayıda kişi bulunmasına rağmen, bu insanların alın teriyle elde ettikleri kazançlar örgüt geliri olarak görülmüştür. Daha da ileri gidilerek, bu meşru kazançların Said Nursi’ye aktarıldığı ve onun örgüt lideri olarak bunlardan menfaat sağladığı iddia edilmiştir.

İlginç olan ise, bu kişilerden bazılarının aydın, okumuş ve toplumda itibarlı bireyler olmalarına rağmen, sözde “kandırılmış safdiller” olarak nitelendirilmeleridir. Böylece hem Said Nursi hem de onu takip edenler hem mali hem de zihinsel düzlemde hedef alınmıştır.

Bediüzzaman, bu asılsız iddialar karşısında yaptığı savunmada, henüz "örgüt" iddiası dahi ispatlanamaşken, “örgüt geliri” ithamının hukuken ve mantıken dayanaksız olduğunu belirterek şunları söylemiştir:

Beni istintak eden zatın ve heyet-i hakimenin nazar-ı dikkatlerine,

Evvelki ifademe üç maddeyi ilâve ediyorum.

Birinci madde:

Bizi hayrette bırakan ve gayet şaşırtan ve bir garazı ihsas eden (bir art niyet sezdiren) ve bil'iltizam (dolaylı olarak, ima yoluyla) hiçten (yoktan) bir sebeb-i itham (suçlama sebebi) icat etmek nev'inden (türünden) , musırrane (ısrarla), bir cemiyet (örgüt) ve teşkilât (yapılanma) varmış gibi soruyorlar "Bu teşkilâtı yapmak için nereden para alıyorsunuz?" diyorlar.

Elcevap: Evvelâ, ben dahi soranlardan soruyorum: Böyle bir cemiyet-i siyasiyenin (siyasi örgütün), bizim tarafımızdan vücuduna dair hangi vesika (belge), hangi emareler (belirtiler) var ve parayla teşkilât yaptığımıza hangi delil ve hangi hüccet (dayanak) bulmuşlar ki, bu kadar musırrane (ısrarlı şekilde) soruyorlar.

Ben, on senedir Isparta vilâyetinde şiddetli tarassut (gözetim, izleme) altında bulunmuşum. Bir-iki hizmetkâr ve on günde bir-iki yolcudan başka adamları görmeyen garip, kimsesiz, dünyadan usanmış, siyasetten gayet şiddetle nefret etmiş;on sene koca Isparta vilâyetinin hassas (dikkatli, duyarlı) ve cessas (araştırmacı, meraklı, tecessüs eden) memurlarına böyle teşkilât (örgüt)  sezdirmeyen bu adamdan, "Böyle bir teşkilât var ve siyasî bir dolabı (entrikayı, planı) çeviriyorsunuz" diyenlere karşı, yalnız ben değil, belki Isparta vilâyeti ve bütün beni tanıyanlar, belki bütün ehl-i akıl (akıl sahibi kimseler)  ve vicdan, onların iftiralarını nefretle karşılar ve "Garazkâr (kötü niyetli) plânlar ile onu itham ediyorsunuz (suçlayorsunuz) " diyecekler. [51]

Bu ifadeler, sözde örgüt iddialarının hiçbir somut belge ya da delile dayanmadığını; Bediüzzaman ve arkadaşlarının, yalnızca peşin hüküm ve kurgusal senaryolarla itham edilmeye çalışıldığını açıkça ortaya koymaktadır.

  • Afyon İddianamesindeki Suç İsnatları ve Hata-Savab Cetveli

Bediüzzaman Said Nursi, Afyon Mahkemesi sürecinde kendisine yöneltilen ithamların haksızlığını ortaya koymak amacıyla “Hata–Savab Cedveli” (Doğru–Yanlış Çizelgesi) başlıklı kapsamlı bir çalışma hazırlayarak mahkemeye sunmuştur. Bu cetvel, Afyon Mahkemesi’nce düzenlenen iddianamede yer alan iddiaları ve hataları madde madde ele almakta ve bu ithamlara tek tek cevap vermektedir.

İddianamede yer alan suçlamalar, bir ceza yargılamasından ziyade, inanca ve fikre yönelik kapsamlı bir karalama kampanyasını andırmaktadır.

Bediüzzaman ve talebelerine mahkemede yapılan bu ithamlar doğrultusunda hazırlanan cetvelde yer alan suçlamalardan bazıları şunlardır: [52]

  • Dini amaçlar kisvesi altında gizli bir cemiyet (örgüt) kurmak
  • Gizli cemiyete (örgüte) üye olmak
  • Dini alet ederek faaliyet yürütmek
  • Dini kutsalları istismar etmek
  • Mukaddesat üzerinden gizli hedefler gütmek
  • Dini ifadeleri kişisel menfaate alet etmek
  • Halkı, Risale-i Nur vasıtasıyla kışkırtmak ve yönlendirmek
  • Risalelerde bilimsel bir değer bulunmadığı, öğretici nitelikte olmadığı
  • Risalelerde yer alan bazı ifadelerin "keramet" olarak yorumlanması
  • Risalelerde gayba dair bilgiler verilmesi (ilm-i gayb iddiası)
  • Kimi doğal felaketlerin Risale-i Nur'un "tokadı" olarak tanımlanması
  • Kuran ve hadislerin kişisel amaçlarla yorumlanması
  • Bazı hadislerin zayıf veya uydurma olduğu halde delil olarak kullanılması
  • Bediüzzaman’ın kendisini "Mehdi" ya da "müceddid" olarak gördüğü iddiası
  • Bediüzzaman’ın bazı talebelerince "Mehdi" olarak görülmesi
  • Müceddidlik ve manevi makamlar atfedilmesi ama bunları reddetmemesi
  • Kendisine aşırı bağlılık gösterilmesini teşvik etmesi
  • Herhangi bir işle meşgul olmamak (geçim kaynağının olmaması)
  • Nur talebelerinin birbiriyle gizli görüşmeler yapması
  • Gizli görüşmelerde vilayet ve kazalardan gelenlerle buluşmaları
  • Mektupların farklı yerlerden postalanarak gönderilmesi
  • Gizli yayınlar yapmak
  • Zehirlenme iddiasının asılsız olduğu
  • şmanlarının olmadığı, zındıklıkla mücadele ettiği komitenin var olmadığı

Bediüzzaman Said Nursi ve arkadaşları maruz kaldıkları yargılamalarda din perdesi altında örgüt faaliyeti yürütmek, dini kutsalları istismar etmek gibi pek çok suçlamaya tabi tutulmuşlardır.

Said Nursi’nin, hiçbir dünyevi ve siyasi konunun yer almadığı sadece imani anlatımlarının olduğu eserlerine bile suç delili muamelesi yapılmış; Kuran ayetleri, hadisler ve ilmi anlatımlardan oluşan Risaleler toplanıp imha edilmiştir.

Bir Nur talebesi, el konularak toplanan Risale-i Nurlar’ın yakılarak yok edilmesini şöyle anlatmaktadır:

“Sene 1963 oldu. Mehmet Önder ismindeydi savcı, ona gittim, kitapları sordum. SAVCI, ‘KİTAPLARINIZI YAKACAĞIZ.’ DEDİ.

DEDIM: ‘İÇİNDE AYET VAR, HADİS VAR.’

‘HÂKİM ÖYLE KARAR VERDİ.’ DEDİ.” [53]

Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri, hiçbir sabıka kaydı bulunmayan, geçmişi temiz, suçla ilgisi olmayan insanlar olmalarına rağmen, dönemin güvenlik gerekçesiyle yürütülen soruşturmalarında ‘devletin güvenliğine tehdit’ gibi ağır ithamlarla suçlanmışlardır. Haklarında çok sayıda dava açılmış olmasına rağmen, örgüt olduklarına dair hiçbir somut delil ortaya konulamamış, ancak bu eksikliğe rağmen yargılamalar ısrarla sürdürülmüştür.

Mahkemelerde, hukuken hiçbir delil değeri taşımayan unsurlar, dosyaları doldurmak için kullanılmış; hatta ibadet, dua, mektup yazma gibi tamamen inanç özgürlüğüne giren konular bile örgüt saiki” veya “örgüt faaliyeti” gibi gösterilmiştir.

Daha önce verilmiş beraat kararları hiçe sayılarak aynı ithamlarla yeni davalar açılmış, çoğu zaman delilsiz şekilde tutuklamalar gerçekleştirilmiş, kimi zaman uzun süre hapis yatıldıktan sonra da herhangi bir mahkumiyet olmaksızın tahliyeler yapılmıştır.

Bediüzzaman ve talebelerinin kazançlarına, mal varlıklarına da kimi zaman hiçbir tutanak tutulmadan haksız yere el konulmuş; yargılamalarda onlarca haksızlığa maruz kalmalarının yanında mahkeme salonlarında küçümsenmiş, alaya alınmış ve aşağılayıcı ifadelerle muamele görmüşlerdir.

Bir Nur talebesi, Ereğli'de hakimle yaşadığı çarpıcı bir diyaloğu şöyle aktarmıştır:

“Ereğli'de Hâkim karşısına çıktım. Hâkim, ‘Oğlum niye yasak kitap okuyorsun?’ dedi. ‘Hâkim Bey, ben yasak kitap okumuyorum.’ dedim. ‘Yasak kitap okumuyorsan burada ne arıyorsun sen şimdi?’ diye sordu. ‘Memurlarınız beni aldı getirdi. Bu kitapları satan satıyor, matbaa basmış. Benim gibi dindar bir ailenin çocuğunun alıp okuması suçsa, kabul ediyorum.’ dedim. ‘Oğlum, suç. Mevlana'nın kitabını oku, İmam Gazali'yi, İmam-ı Rabbani'yi oku, yasak bu kitaplar.’ dedi. ‘Hâkim Bey, ben onları okumadan evvel eşkıya idim.’ dedim. Alaylı bir şekilde, ‘Yani bunları okudun da mı Müslüman oldun?’ dedi.” [54]

Bediüzzaman maruz kaldığı bu haksız hukuksuz muamelelerin, aslında dine ve dindarlara karşı bir mücadelenin bir parçası olduğunu ifade etmiş; bu tür baskıların dinsizlik cereyanını güçlendireceğini dile getirmiştir. Cumhuriyetin gerçek anlamda tarafsız ve hürriyetçi bir yapıya kavuşması gerektiğini belirterek şu cümleleri sarf etmiştir:

“Ben dahi bîtaraf (tarafsız) ve hürriyetperver (özgürlük yanlısı) olması lâzım gelen Cumhuriyeyi, dinsizliğe taraftar (destekçi) ve entrikaları (hileleri, komploları) çeviren ve hükûmetin memurlarını iğfal eden (kandıran, aldatan) gizli menfî (zararlı, olumsuz) komitelerden tefrik edilip (ayırt edilip), hükûmetin onlardan uzak olmasını istiyorum.” [55]

Bediüzzaman’ın bu talebinin nedeni, yaşananların makul hukuki işleyişin ürünü olmamasıdır. Nitekim bir sorgu hakimi ile Bediüzzaman’ın talebesi Mustafa Kırıkçı arasında geçen şu diyalog, o dönem yaşanan bu baskıların boyutunu çok net göstermektedir:

Neticede bu mesele sorgu hâkimine geldi. Sorgu hâkiminin elleri titriyordu. Mustafa Kırıkçı Ağabey, "Hâkim Bey, niye elleriniz titriyor?" diye sordu. "Kardeşim ben bu yaştan sonra hamallık mı yapayım? Beni tehdit ediyorlar, illa aleyhte karar vermemi istiyorlar" dedi. Tabii bu sohbet mahkeme başlamadan önce oluyordu. Hâkim müspet bir adamdı. [56]

Bu ağır şartlar altında haksız ithamlarla yargılanan, tehdit edilen, mallarına el konulan ve iftiralara uğrayan Nur talebeleri ise, tüm baskılara rağmen Bediüzzaman’a olan bağlılıklarından vazgeçmemiş, sadakatle onu desteklemeye devam etmişlerdir.

SONUÇ

Müvekkil Adnan Oktar, tarih boyunca Allah’ın vahyini tebliğ eden tüm peygamberlerin ve salih müminlerin iftiraya uğradıklarını, yalnızlaştırılmaya ve yıldırılmaya çalışıldıklarını; ancak zaman içinde haklılıklarının mutlaka anlaşıldığını ifade etmektedir.

Müvekkil, kendisinin ve arkadaşlarının da bu tarihsel çizgide yer aldığını; maruz kaldıkları tüm haksızlıkların Allah’ın Kuran’da bildirdiği adetullahın bir gereği olduğunu bilerek, tüm bunları sabır ve tevekkül ile karşıladıklarını beyan etmektedir.

Bugün de tarihin tekerrür ettiğini, bu süreçte kendisine ve arkadaşlarına kurulan komploların, atılan iftiraların, yapılan baskı ve kısıtlamaların Allah’tan gelen çok değerli, insana ödül niteliğinde olan çok kıymetli olaylar olduğuna inanmaktadır. Müslümanların bu zorlukları yaşamalarının bir üstünlük olduğunu; dolayısıyla yaşanan her imtihanın, kendisi ve arkadaşları için bir nimet olduğunu belirtmektedir.

Diğer yandan da, müvekkil çeşitli hukuksuzluklar ve kumpaslarla cezaevinde olmalarını hikmeti görmekte; tüm bu yaşananlar vesilesiyle, tutuklanmadan önceki döneme göre arkadaş grubunun çok daha şevkli ve güçlü hale geldiğini ifade etmektedir.

Bu kumpas faaliyetlerini gerçekleştiren kimselerin de Allah’ın kontrolünde olduklarını ve Allah’ın rızasını kazanmalarına vesile olmaları için kaderde özel bir rol üstlendiklerine inandığını dile getirmektedir.

Yukarıda ayrıntıları ile anlattığımız samimi Müslümanların yaşadıklarının müvekkil ve arkadaşlarına yapılan haksızlıklar ve atılan iftiralar ile çok benzer olduğunun bilinmesinin Sayın Mahkemenizin dosyayı doğru anlaması ve adil bir yargılama yapabilmesi açısından önemli gördüğümüz için bilgilerinize sunarız. 13.06.2025

Adnan Oktar Müdafi

Av. Mert Zorlu

 

[1] TDV İslam nNsiklopedisi,https://islamansiklopedisi.org.tr/velid-b-mugire

[2] İbn Hişam, es-Siret’ün-Nebeviyye, 169

[3] İbrahim Dağılma, “Hz. Peygamber (sav) döneminde şiir”, Doğru haber 31.12.2018 https://dogruhaber.com.tr/haber/321973-hz-peygamber-sav-doneminde-siir/

[4] TDV İslam nNsiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/muhammed

[5] İbn Hişâm, II,3

[6] Belâzürî, I, 265.

[7] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/260677

[8]  İbn Hişâm, II,17.

[9] İsmail Yiğit, “Ukbe b. Ebû Muayt”  TDV İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ukbe-b-ebu-muayt, Son görülme tarihi: 2 Temmuz 2023

[10] Buhârî, “Ṣalât”, 21; “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 29

[11] Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 5

[12] İbn Hişam, es-Siret’ün-Nebeviyye, 164-168.

[13] İbnü’l- Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, Beyrut, 1979, II, 91

[14] Dilek Çelenk, “Hz. Peygamber’in Mekke Devrinde Karşilaştiği Sıkıntılar” İstanbul Üni. Sos. Bil. Ens. Tarih Anabilim Dalı Ortaçağ Tarihii, İstanbul 2017 http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/57328.pdf

[15] Bkz.: İbn İshâk, a.g.e., s.261-262; Taberî, Târîh, C., s.548; Halebî, a.g.e., s.498; Halebî, bu olayın Ebû Tâlib’in vefatından sonra gerçekleştiğini ifade ediyor.

[16] Buhari, Sahih, “Kitabü’t-Tefsir,” Mümin (Gâfir) Suresi’nin Tefsiri, 40/1, c. VI, s. 34-35

[17] İbn Hişam, es-Siret’ün-Nebeviyye, 237-238; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, IX, 214-215

[18] Razi, et-Tefsirü’l-Kebîr, (Mefâtîhu’l-Gayb), XXXII, 144

[19] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyrut, 1985, III, 42

[20] Şualar, 503

[21] Risale-i Nur Külliyatı, a.883

[22] Microsof Bing, Copilot AI açıklaması, https://copilot.microsoft.com/chats/FdAYtX7B6JDmCUXMJshCi

[23] Ağabeyler Anlatıyor 7, Sf 200-201

[24] Tarihçe-i Hayat, Yedinci Kısım Afyon Hayatı

[25] Tarihçe-i  Hayat,  Yedinci  Kısım  Afyon Hayatı

[26] Şualar,   12.  Şua

[27] Bediüzzaman Said Nursi, Müdafaalar Sf 85

[28] Cumhuriyet, 10 Mayıs 1935

[29] Akşam Gazetesi Haberi, 10 Mayıs 1935

 

[30] Şualar, Eddai

[31] Şualar, Eddai – Emirdağ Lahikası

[32] Şualar, Eddai

[33] Son Şahitler 2 - Bediüzzaman Said Nursi'yi Anlatıyor, Necmeddin Şahiner

[34] Son Şahitler 2 - Bediüzzaman Said Nıırsi'yi Anlatıyor, Necmeddin Şahiner

[35] https://sorularlarisale.com/taniyanlarin-dilinden/huseyin-cagdir

[36] Sözler, 21. Söz’ün Zeyli

[37] Son Şahitler, Cilt 1, s. 198

[38] Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s. 42

 

[39] Emirdağ Lahikası, s. 45

[40] Hizmet Rehberi, s. 132

[41] Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lahikası-1, s.73

[42] Son Şahitler, Ağabeyler Anlatıyor 6, sf. 376

[43] Şualar,  14. Şua

[44] Son Şahitler, Ağabeyler Anlatıyor 2, s. 230

[45] Bilinmeyen Yönleriyle Bediüzzaman, s.305 - https://sorularlarisale.com/taniyanlarin-dilinden/huseyin-cagdir

[46] Ağabeyler Anlatıyor 2, Syf 174 - Bilinmeyen Yönleriyle Bediüzzaman, s. 265

[47] Tarihçe-i Hayat, Yedinci Kısım Afyon Hayatı - Risale-i Nur Külliyatı, Şuâlar, 14. Şuâ

[48] Ağabeyler Anlatıyor 1, Sf 206, https://sorularlarisale.com/taniyanlarin-dilinden/huseyin-cagdir

[49] Şualar, 12. Şua

[50] https://sorularlarisale.com/taniyanlarin-dilinden/mehmed-gulirmak

[51] Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Eskişehir hayatı / Eskişehir müdafaası, s.282

[52] Risale-i Nur Külliyatı'ndan Müdafaalar - Bediüzzaman Said Nursi ve Şualar, Eddai

[53] Ağabeyler Anlatıyor 7, Sf 286

[54] Ağabeyler Anlatıyor 6, Sf 53

[55] Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Eskişehir hayatı / Son müdafaata sonradan bir hikmete binaen ilhak edilmiş bir mukaddemedir s.300-302

[56] Ağabeyler Anlatıyor 5, Sf 21

Daha yeni Daha eski